Perelandra Venüs'e Yolculuk (Kozmik Üçleme 2) - Perelandra
C.S. Lewis
Çeviren: Fethi Aytuna
Kabalcı Yayınevi
Ocak 2006 (1. basım)
278 sayfa
278 sayfa
* Okuma şenliği için bir üçleme. (2/3)
Serinin ilk kitabı olan Sessiz Gezegenin Dışında'yı biraz sıkıcı bulmuştum, meğer her şey yeni başlıyormuş. Perelandra'yı bitirebilmek için kendimi epey zorladım, son 10-15 sayfayı neredeyse on günde okuyabildim. Kitabın sonlarına geldiğimde o kadar usandım ki, ancak birkaç satır okuyup "öff yeter" diye kitabı bir kenara bırakıyordum. Ama azimliyim, üçüncü kitabı da okuyup bitireceğim.
Lewis, kitaba birkaç satırlık bir önsöz yazmış ve "Bu kitaptaki karakterlerin tümü tamamen hayal ürünüdür ve hiçbiri alegorik değildir." demiş. Hı-hım, tabii... Hayal ürünü karakterler olduklarına eminim ama alegori konusunda yazarın ironi yaptığını düşünmemek için hiçbir nedenim yok. Öte yandan, kitabı hazırlarken Kabalcı çalışanları da çok sıkılmış olacaklar ki, arka kapakta Ransom yerine "akademisyen Dr. Watson"dan bahsetmişler. Belki de arka kapak yazısını yazarken Sherlock izliyorlardı.
Bu sefer olaylar, Ransom'ın evine doğru yola koyulan anlatıcıyla (Ransom'ın ilk seyahatini de bize aktaran kişi, yazarımız Lewis'in ta kendisi) başlıyor. Ransom'ın gönderdiği bir telgraf üzerine onu görmeye giden yazar, Worchester tren istasyonu ile Ransom'ın evi arasındaki birkaç kilometrelik yolda yürürken aklından çeşit çeşit düşünceler geçiyor: Mars'taki yaratıklar, arkadaşının Mars'tan döndükten sonra ne kadar değiştiği, bu seyahatle ilgili duyduğu kaygılar... Böylece giderek artan bir huzursuzluğun ve korkunun içinde buluyor kendini. Geri dönme yönündeki güdülerini dizginleyip Ransom'ın evine ulaşıyor ve kapıda, ev sahibinin dışarıda olduğunu, yemek için beklemesi gerekmediğini söyleyen bir not buluyor. Eve giren yazar buz gibi ve çok büyük bir kutu ile, bir de Mars'tan gelen bir eldil ile karşılaşıyor. Ransom eve gelip misafiriyle buluştuğunda kendisinin Perelandra'ya (bizim deyişimizle Venüs'e) gönderileceğini, bu seyahate hazırlanmak ve geri döndüğünde karşılanmak üzere yazarın yardımına ihtiyacı olduğunu anlatıyor. Venüs'ü birtakım şeytanî güçlerden korumak üzere, eldilin temsilcisi olarak gönderileceğini de anlatıyor elbette.
Daha önce bahsi geçen kutunun içine yerleşen Ransom, eldilin üstün güçleri sayesinde yavaşlatılmış metabolizmasıyla beslenme ve boşaltım ihtiyacı hissetmiyor, kutunun soğukluğu sayesinde güneşin yakıcılığından korunuyor ve kendini Perelandra'da buluyor. Neyse ki, ilk seyahatinde öğrendiği dil yalnız Mars'a (Malacandra'ya) özgü bir dil değilmiş, Güneş sistemimizin ortak diliymiş; böylece Perelandra'ya gittiğinde yeni bir dil öğrenmek zorunda kalmıyor. Güneş'e bizden daha yakın olan ve atmosferi neredeyse tamamen karbondioksitten oluşan, yüzey sıcaklığı 460 santigrat civarlarında dolaşan gezegene indiğinde; Dünya'dan biraz daha (?) sıcak olduğu için çıplak dolaşmaya karar veriyor. Atmosfer basıncı konusuna ise hiç girmeyelim... Perelandra'nın yüzeyi de tahmin edebileceğimizden çok farklı. Hiç aralanmayan bir bulut tabakası ile kaplı olduğu için dışarıdan gözlenemeyen gezegen devasa bir okyanusa sahip, bu okyanusun içinde yalnızca küçük bir sabit kara parçası (Sabitlenmiş Diyar) ve sayısız yüzen ada var. Evet, yüzen ada, suyun üzerinde süzülen kumaş parçaları gibi oradan oraya savrulan, bitkiler ve ağaçlarla kaplı, suyun dalgası ile birlikte kıvrılıp bükülen adalar. Neden olmasın. Bu ağaçların kökü yok mu diye de düşünmeyelim artık. Kurgu bu. Ne çok inceliyorsunuz siz de!
Ransom bu adalardan birine ulaşıyor, karnını doyuruyor, etrafı inceliyor, sürekli kıpırdanan zemin üzerinde düşmeden yürümeyi öğreniyor. Birkaç hayvan dışında hiçbir canlıyla karşılaşmadan geçen bir iki günün sonunda, bulunduğu ada başka bir adanın yakınlarına sürükleniyor ve orada yeşil renkli derisi dışında tamamen insana benzeyen bir kadın olduğunu görüyor. Öğreniyoruz ki, bu kadın Perelandra'nın Havva'sı, kraliçesi. Bir yerlerde bir de kralı varmış ama ayrı adalara düşmüşler, birbirlerini kaybetmişler. Ransom, Leydi diye hitap ettiği bu kadınla bol bol sohbet edip gezegenimizden bahsediyor, kadının anlattıklarını dinliyor. Günler böyle güzel geçerken, bir gün gökyüzünden yuvarlak bir nesne düşüyor ve içinden (ilk kitapta Ransom'u kaçırıp Mars'a götüren) Weston çıkıyor.
Kitabın bundan sonrası bol bol diyalog. Bir tarafta Havva'yı kandıran yılanın rolünü üstlenmiş Weston, diğer tarafta onun Leydi'yi kötü düşüncelerle zehirlemesini önlemeye çalışan Ransom. Yaradılış hikayesi, "Havva o elmayı yemeseydi neler olurdu?" sorusunun etrafında uzadıkça uzuyor. Weston ve Ransom uzun (çok uzun) felsefî tartışmalara girişiyorlar:
"Sizin Şeytanınız ve sizin Tanrınız," dedi Weston, "her ikisi de aynı Güç'ün suretleri. Cennetiniz öndeki kusursuz ruhaniliğin sureti; cehenneminizse bizi arkadan buraya doğru iten kışkırtmanın ya da çabalamanın suretidir. Bu yüzden de birinin statik huzuruyla diğerinin ateşi ve karanlığı bir araya gelir. Yenilenen evrimin bir sonraki aşamasında bizi ileti çağıran Tanrıdır; bunun ötesine geçen aşamada bizi kovansa Şeytandır. Sonuçta, dininiz şeytanların düşmüş melekler olduğunu söyler."
Sayfalar boyunca, Weston'ın kadını ilk günaha doğru kışkırtması ve Ransom'ın buna karşı ataklar geliştirmesinden başka bir şey olmuyor. Kitap bolca faydalandığı Hristiyan mitolojisinin yanında, zaman zaman Roma mitolojisine kadar uzanıp, yüzyıllar önce bu gezegenlere verilen isimleri eldilaya bağlıyor. Ransom, yaşadıklarını anlatmak üzere Dünya'ya dönüyor elbette. Bunun ardından, serinin son ve en kalın kitabı olan Korkunç Kale geliyor. Perelandra'yı okurken öyle sıkıldım ki, Ransom başını alıp hangi gezegene gidecek diye merak etmeye bile enerjim kalmadı, okuma sevgim tükendi. Yine de seriyi bir an önce bitirmek için elimden geleni yapacağım. Hadi bakalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder