19 Mart 2015

Yaban Diyarlardaki Yabancı


Yaban Diyarlardaki Yabancı - Stranger in a Strange Land
Robert A. Heinlein
Çeviren: Kağan Çam
Artemis Yayınları
Aralık 2003 (1. basım)
752 sayfa

Yaban Diyarlardaki Yabancı'yı bitireli bir hafta oldu, hatta üzerine başka bir romana da başladım ama ancak bugün zaman bulup yazabiliyorum. Çünkü (bu bahaneyi kullanmaktan sıkıldım ama bir kez daha) yüksek lisans... "Akademik" olmak için debelenen, derdini düzgün anlatacağına kıvrım kıvrım kıvrılan cümlelerle dolu birkaç makale okuyup hayattan soğudum yine. Bir de yapılacak ödevler olunca, blogla ilgilenemedim. Okunması ve çevirilmesi gereken bir makale daha masanın kenarından bana bakıyor, ara sıra "öhhö öhhö" gibi sesler çıkarıp dikkatimi çekmeye çalışıyor ama inatla görmezden geliyorum. Bugün bir süre "nasıl yetişecek bu" diye mızıklanırım, akşama doğru homurdanarak okumaya başlarım, sonra da bir şekilde yetişir. Roman okumadaki hızımı ve kararlılığımı akademik okumalara uygulamadığım için çok üzülüyorum. Bazen.

Ne diyorduk? Heh... Yaban Diyarlardaki Yabancı. Maledisant'ın önerisini dinleyip Başka Dünyalar'dan sonra hemen bu kitaba başladım. (Sevgili Maledisant, blogger profilin kapalı gözüküyor, oralardaysan ses ver.) :) Tuğla ebadında, 752 sayfalık bir kütle olduğu için, insanların tuhaf bakışlarıyla da karşılaştım ara sıra. Heinlein'ın bu devasa romanı, ilk yayımlandığında (1961) editör sansürüne uğramış ve kısaltılmış bir versiyonu ile çıkmış okurun karşısına. İlk baskı ile sansürsüz versiyon arasında yaklaşık altmış bin kelimelik bir fark varmış. Yazarın ölümünün ardından kitabın orijinal kopyasını edinen eşi Virginia Heinlein, tam metin olarak yayımlanmasının daha iyi olacağına karar vermiş ve böylece yazarın kaleminden çıkan ilk halini okuyabiliyoruz. Ya da en azından, piyasada baskısı olsaydı hepimiz okuyabilirdik, neyse ki sahaflar var. Bir de, kitabın fotoğrafındaki bulanık renge bakmayın, kapağın çok tatlı bir mor-siyah arka planı var ama uyduruk ışığım ve selofan kaplama birleşince ancak bu kadar oldu.

Yaban Diyarlardaki Yabancı da, daha birkaç hafta önce okuduğum Marslı gibi, bu gezegene yapılan insanlı uçuşla başlıyor. Ay'daki ilk insan kolonisi sekiz yıl önce kurulmuş, insanlar diğer gezegenlere göz dikmişler ve Mars'a gidecek ilk ekip, dört evli çiftten oluşuyor. Mars etrafında yörüngeye giren Envoy adlı gemiden alınan son mesaj şöyle:
"Yarın, GSZ ile saat 12.00'de Lacus Soli'nin hemen güneyine iniş girişiminde bulunacağız."
Bu başarısız girişimden 25 yıl sonra yeni, daha kalabalık bir ekip kuruluyor ve Champion adı verilen gemi ile Mars'a yollanıyorlar. İlk gemi ile aynı alana iniş yapan gemiden art arda üç rapor geliyor:
"Roket Gemisi Envoy bulundu. Kurtulan yok."
"Mars'ta hayat var."
"23-105 Mesajına düzeltme. Envoy'dan kurtulan bir kişi bulundu."
Kolonicileri Mars'ta bırakan gemi ekibi, gezegende buldukları kazazedeyi de alıp Dünya'ya dönüyor ve sonra neler neler! Envoy ekibindeki kadınlardan biri hamile kalmış ve Mars'ta doğan çocuk (Valentine Michael Smith) Marslıların içinde büyümüş. Dünya kültürüne tamamen yabancı, etrafında olan biteni anlamakta zorlanan fakat bu arada ebeveynlerinin yatırımı sayesinde büyük bir servetin sahibi olan Smith, gezegenlerin kolonileştirilmesi ile ilgili Larkin Kararları dolayısıyla Mars'ın da sahibi sayılıyor. Haberciler, film yapımcıları, dolandırıcılar... Smith'ten fayda sağlayabileceğini düşünen herkes etrafında dolanıyor, hükümet ise Smith'i gözlerden uzak tutmak için elinden geleni yapıyor.

İlk üç bölüm boyunca kitabı çok sevdim. Dünya'yı, alışkanlıklarımızı, parayı bir yabancının gözünden görmenin güzelliğinin yanında, Heinlein'ın yarattığı karakterlere de bayıldım. Zengin, yaşlı ve çok huysuz bir yazar olan Jubal Harshaw, en çok sevdiğim karakter oldu. Harshaw, daima kendi bildiğini okuyacak kadar inatçı olsa da her konuda açık görüşlü, özellikle etik konusunda yeni fikirleri anlayan (ve okura anlatan) rolüyle Heinlein'ın özgürlükçü bakışını ortaya koyuyor. Fakat bir yandan yenilikçi fikirler ve ahlak tartışmaları sunan Heinlein, okurken kaşlarımı kaldırmama sebep olan bir homofobi ve cinsiyetçilik de sıkıştırıyor kitaba. Önce, Jill'e (güzel, zeki bir hemşire) eşcinsellerin "arada kalmış" ve "yanlış" olduğunu söyletiyor; hemen ardından da şunları:
"Ama sen daha Mars'tayken ben kurtlarla uğraşıyordum. On seferden dokuzunda bir kadının tecavüze uğraması, kısmen de olsa kendi suçudur. Onuncuda... şey, tamam."
Ülke gündemimizde rutin olan  taciz, tecavüz, şiddet haberleri her zamanki gibi devam ederken; bir de üzerine toplumsal cinsiyet dersi alıp bu konuda bolca kafa yormaya başlamışken Heinlein'ın yazdığı bu cümleleri görmek hiç hoş olmadı. Wikipedia sayfasında da bunun üzerine bir bölüm buldum. Neyse, dediğim gibi, Yaban Diyarlardaki Yabancı'yı gezegenimizi ve insanları bambaşka bir bakış açısıyla incelediği için çok sevdim. Yeni tanıştığı her kavramı "groklamaya" çalışan Smith'le birlikte ben de bol bol düşündüm. Gülmeyi, kahkaha atmayı bilmeyen Smith; insanların canları çok yandığında güldüklerine karar veriyor:
"Öyleyse neden ölümle ilgili bu kadar çok fıkra var? Jill, bizim için -biz insanlar için- ölüm öylesine üzücüdür ki ona gülmek zorundayız. Tüm bu dinler, hepsi bir sürü noktada çelişiyor ve çatışıyorlar ama hepsi de insanlara ölme zamanı geldiğinde gülebilecek cesareti vermenin yollarıyla dolu."
Dördüncü ve beşinci bölümlerde ise romanı git gide daha az sevmeye başladım. Bolca sosyal analiz içeren bilim kurgu romanı, teolojik ve neredeyse fantastik bir denemeye dönüştü; bu bölümlerden çok fazla bahsedip konunun ilerleyişini açıklamak istemiyorum, sürprizi kaçmasın. Büyük bir kısmını çok sevdiğim (bir kısmını ise hiç sevmediğim) kitap akıcı kurgusu, zengin karakter çeşitliliği ve anlatımıyla  Hugo Ödülünü hakkıyla almış ve bilim kurgu okurlarının atlamaması gereken bir klasik.

7 Mart 2015

Başka Dünyalar


Başka Dünyalar, Bilimkurgu ve Hayal Gücü - In Other Worlds: SF and the Human Imagination
Margaret Atwood
Çeviren: Selin Siral
Kolektif Kitap
Haziran 2014 (1. basım)
263 sayfa

"Bilim kurgu" mu yoksa "bilimkurgu" mu doğru, emin değilim. TDK sözlüğünde ayrı yazımı var; bileşik yazımı için ise 1974 tarihli bir girdi eklemişler. Nişanyan Sözlük'te her iki hali ile de geçiyor. Ben ayrı yazmayı tercih ediyorum, hatta aslında eskide kalan kurgu-bilim deyişi de pek güzeldi. Neyse; bence bilim kurgu, kitabın editörüne göre ise bilimkurgu hakkındaki bu kitap Margaret Atwood'un "bir edebi tür veya türler ya da alt türlerle hem okur hem de yazar olarak hayatı boyunca sürdürdüğü ilişkiyi keşfe çıktığı bir yolculuk" ve ben çok büyük keyifle okudum.

Çocukken okuduğu kitaplardan ve "bilim kurgu" teriminden bahsederek başlıyor yazar; kendi kitaplarını bilim kurgu edebiyatına dahil etmeme nedenini açıklıyor. Atwood'un bilim kurgu tanımı ile bizimki tam olarak birbirini tutmuyormuş meğer. Edebiyatın bulanık sınırlı janrları arasında,  gerçeklikten uzak eserlere bilim kurgu; Jules Verne gibi öngörülü yazarların eserlerine ise varsayımsal kurgu demeyi tercih ediyormuş.
"Fakat Ursula Le Guin'le 2010 yılının sonbaharında gerçekleştirdiğimiz bir açık oturumda onun "bilimkurgu" dediği şeyin, gerçekten olabilecek şeylerin söz konusu olduğu varsayımsal kurgu olduğunu ve gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerin yer aldığı eserleri de "fantastik edebiyat" olarak sınıflandırdığını anladım."
Çocukluğu, üniversite hayatı ve tecrübelerini edebiyatla, özellikle de bilim kurgu ile birleştirip çok güzel şeyler anlatıyor Atwood. Mitlerin, Olimpos Dağının tepesinden uzak galaksilere nasıl taşındığını, kriyojeni ile ilgili olası senaryoları ve daha pek çok bilim kurgu konusu ile ilgili görüşlerini anlattığı bölümden sonra, çeşitli kitaplar ve yazarlarla ilgili yazıları geliyor. Bu bölümü okurken sık sık durup "Bu kitabın Türkçesi var mı acaba?" diye internette bakındım, alınacaklar listeme eklemeler yaptım. Le Guin, Lewis, Orwell, Huxley, Swift, Shelley, Bradbury gibi yazarların kitaplarını anlatıyor, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü defalarca okuduğunu söylüyor. Distopyaların çoğunun erkekler tarafından ve erkek bakışıyla yazıldığını ve kadın bakış açısından bir distopya olarak Damızlık Kızın Öyküsü'nü yazdığını söylüyor. Ben de; bu kadın saatlerce anlatsa, karşısına oturup dinlesem istiyorum.

Kitabın üçüncü ve son bölümünün adı Beş Hediye. Atwood'un kaleminden çıkan beş öykü var burada, hepsini ayrı ayrı çok sevdim, bitmesinler istedim. En sonda ise ekler var ve buradaki ilk metin olan "Özel Judson Okulları İdaresine Açık Mektup"un ilk iki cümlesine epeyce güldüm:
"Öncelikle, Damızlık Kızın Öyküsü kitabımın yasaklanması için emek sarf eden herkese teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Yazılı eserlerin halen ciddiye alındığını görmek insanı cesaretlendiriyor."
Başka Dünyalar'ı okurken gerçekten çok keyif aldım, bilim kurgunun kökleri hakkında bilgilendim, düşündüm, meraklandım, öğrendim. Bilim kurgu edebiyatı ve distopyalarla ilgilenen birçok kişinin de aynı keyfi alacağını tahmin ediyorum.

27 Şubat 2015

Çift Taraflı Bir Dedektif Hikâyesi


Çift Taraflı Bir Dedektif Hikâyesi - A Double Barrelled Detective Story
Mark Twain
Çeviren: Feyza Göçer
Labirent Yayınevi
Mayıs 2014 (1. basım)
86 sayfa

Mark Twain'in ilk kez 1902 yılında yayımlanan kısa romanı (ya da uzun öyküsü) Çift Taraflı Bir Dedektif Hikayesi, iki gizemi ve iki dedektifi bir araya getiriyor. Telifsiz bir kitap olduğu için, İngilizce orijinaline ücretsiz ulaşmak mümkün. Örneğin, burada farklı formatlardaki versiyonu bulunabiliyor.

1880 yılında, Virginia'da başlıyor öykü; yakışıklı ama fakir bir genç adam, zengin bir kızla evlenmek istiyor. Kızın babası bu evliliğe şiddetle karşı çıkarken, kızımız evini terk ediyor ve yakışıklı talibiyle evleniyorlar. Fakat damat, kızın babasının tavrına duyduğu hiddetin intikamını almak için karısına çeşitli manevi işkenceler uyguluyor ve aylar boyunca kadının pes edip durumu babasına anlatmasını bekliyor. Genç kadın boyun eğmeyi reddettikçe daha çok sinirlenen adam sonunda kadını bir yol kenarına götürüyor, kırbaçlıyor, üzerine tazılar salıyor ve halkın bulması için oracıkta bırakıp ortadan kayboluyor. Bu son olay sırasında hamile olan kadın, bir erkek çocuk doğuruyor; Archy adlı çocuğun bir tazı kadar iyi koku alabildiğini ancak çocuk beş yaşındayken fark ediyor.

Aradan yıllar geçiyor ve Archy, babasını bulmak ve intikam almak üzere annesi tarafından görevlendirilip, uzaklara gidiyor. Bundan sonrası, ABD'nin çeşitli bölgelerinde ve maden alanlarında; birbirine karışan iki ayrı hikaye şeklinde ilerliyor. Olaya Sherlock Holmes karışıyor ve Twain, çağdaşı Arthur Conan Doyle'un mükemmel bir dedektif olarak yarattığı karakter ile biraz dalga geçiyor.
"Ama ondan korkmanın ne gereği var? Onu benim tanıdığım gibi tanıyan herkes, her şeyi kendisi önceden planlamadığı, ipuçlarını ayarlamadığı ve adamın birini suçu talimatlara göre işlemesi için tutmadığı sürece onun hiçbir suçu çözemeyeceğini bilir."
Twain'in bu polisiye parodisi, Doyle henüz hayattayken yayımlanmış ama internette Doyle'un bu kitabı okuyup okumadığı -ve okudu ise tepkisi- ile ilgili bir kaynak bulamadım. Edebiyatın magazin tarafı sayılır ama, Doyle'un ne tepki verdiğini (ya da vereceğini) bilmek isterdim.

Kitabın çevirisi kötü sayılmaz ama 30. sayfada "Fetlock James" olarak tanıdığımız karakter, kitabın geri kalanında "Fetlock Jones" olarak anılıyor; sanırım doğru olan Jones. Tamamen kişisel yorumuma gelirsek, bu eseri çok keyifle okuduğumu söyleyemem. İlginç karakterler var, bazılarının hikaye boyunca gelişimlerini görüyoruz, ortada çok başarılı olabilecek bir gizem konusu var; fakat Twain, iyi bir romana dönüşebilecek konuyu 86 sayfalık bir parodiye harcayıp Holmes ile dalga geçmeyi tercih etmiş.

22 Şubat 2015

Marslı


Marslı - The Martian
Andy Weir
Çeviren: Emre Aygün
İthaki Yayınları
Aralık 2014 (1. basım)
415 sayfa

Film çekimlerinin Ridley Scott yönetiminde devam ettiği, dolayısıyla yayımlandığı her ülkede bir anda popüler olan ve İthaki'nin yoğun reklamlar eşliğinde yayımladığı bu kitabı hem merak ediyor hem de okuduğum birkaç yorum dolayısıyla beklentilerimi çoook düşük tutuyordum. Kitabı okudum ve hakkındaki hislerim hâlâ çok karışık. Elbette bir Solaris beklemiyordum ama koca bir gezegendeki tek canlının ruh durumunu biraz daha fazla görmeyi tercih ederdim. Marslı, tam bir Hollywood aksiyonu ve okurken sürükleyip götürüyor. Talihsiz olaylar sonucu Mars'ta tek başına kalan ve ölmemek için elinden geleni yapan Mark Watney'nin günlüğü ve Dünya'da, NASA'da yaşananlar gayet dengeli bölümlenmiş; birinden sıkılmak üzereyken diğer sahne başlıyor. Kitabın bilim altyapısında bolca eksiklik bulunabileceğini tahmin ediyorum (hatta bir yerlerde, yazarın kimi gerçekleri bilerek kullanmadığını/değiştirdiğini okudum) ama Andy Weir konuya epeyce hakim gibi geldi bana. Sonuçta, her bilim kurgu kitabından yüzde yüz bilimsellik beklemek zor, yine de insanlı Mars uçuşları hakkında bolca konuşulurken roman ne kadar "doğru" olursa o kadar iyi sanırım.

Doğru olmaktan bahsetmişken, İthaki'nin yayımladığı ve bu kadar yazım hatası/anlatım bozukluğu dolu bir kitap ile ilk kez karşılaştım. Hayretler içerisindeyim. Kitabın redaksiyon sürecinin çok aceleye gelmiş olduğunu düşünmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Şu cümleleri başka türlü açıklayamam: "Bu aracın tek amacı, altı kişiyi Mars yörüngesinden yüzeyine ölmeden inmelerini sağlamak." (Sf. 11) "Bunu sürdürebilmemiz tek nedeni ümitsiz durumda oluşumuz." (Sf. 104) ve daha diğerleri... Kitabı okumalarını önerdiğim bütün arkadaşlarıma, ikinci baskıyı beklemelerini de önerdim. Tüm iyi niyetimle, ikinci baskının düzeltilmiş olarak çıkacağını umuyorum.

Kitabın ilk üç satırında, baş karakterimiz Watney hakkında hemen bir fikir ediniyoruz. Kitap şöyle başlıyor:
"Neresinden bakarsanız bakın, sıçmış durumdayım.
Bu benim değerlendirmem.
Sıçtım."
Mars'a insanlı uçuşlar başlamış ve NASA'nın ilk iki uçuşu başarı ile tamamlandıktan sonra altı kişilik ekibi taşıyan Hermes adlı gemi, Ares 3 projesi için tekrar yola çıkmış. 124 günlük yolculuğun ardından Mars'a ulaşmışlar fakat oradaki altıncı günlerinde (bir Mars günü, Dünya gününden biraz daha uzun ve Sol olarak adlandırılıyor.) çıkan yüksek şiddetli fırtına nedeniyle görev iptal ediliyor. Yörüngedeki Hermes'e ulaşmak için kullanacakları araca doğru yürürlerken yerinden kopan bir anten Watney'nin bacağına saplanıyor ve Watney kum fırtınasında gözden kayboluyor. Uzay giysisinin gönderdiği sinyaller de sustuğu için Watney'nin öldüğünü düşünen ekip arkadaşları kuralları uyguluyorlar ve gezegenden ayrılıyorlar. Bundan sonra Watney hayatta kalmak için zorlu bir maceraya girişiyor. Her gün karşısına çıkan çeşit çeşit tehlikeyi ve talihsizliği bir şekilde atlatıyor, bir insan bu kadar şanslı ve akıllı olabilir mi, bilmiyorum. Neşesi ve umudu neredeyse hiç tükenmeyen Watney, boş zamanlarını, ekip arkadaşlarının yanlarında getirdiği eski dizilerle ve polisiye romanlarla geçiriyor. Günlüğüne yazdıkları ise hem teknik detayları atlamıyor, hem de genellikle çok keyifli:
"Tahminimce, Pathfinder'dan 100 kilometre uzaktayım. Teknik olarak orası "Carl Sagan Anıt İstasyonu." Carl kusura bakmasın ama oraya nasıl istersem öyle hitap ederim. Ben Mars'ın Kralı'yım."
Mars yörüngesindeki uydular sayesinde Watney'nin hayatta olduğunu öğrenen NASA'da ise ortalık karışıyor, milyonlarca kilometre ötedeki astronotlarına nasıl yardım edebileceklerini bulmak için gece gündüz çalışıyorlar. Sonunda iletişim kurmayı başardıklarında, oldukça renkli diyaloglar yaşadıklarını söylemek mümkün. Su arıtıcısının bozulmasının ardından, Watney arıtıcıyı parçalayıp borularını kontrol etmek istiyor, NASA ise bir hata yapacağını düşünüp buna itiraz ediyor. Sonuç olarak, Watney aleti parçalıyor:
NASA'ya ne yaptığımı söyledim. (Özetle) konuşmamız şöyleydi:
Ben: "Su arıtıcıyı parçaladım, sorunu buldum ve düzelttim."
NASA: "İt herif."
Özetle, Marslı iyi bir bilim kurgu/macera romanı denebilir; özellikle sürükleyici, film kıvamında bir şeyler okumak isterseniz. Fakat, bilim kurguya insan unsurunu da başarıyla ekleyen Bradbury, Lem, Le Guin gibi ustaları tercih ediyorsanız bu kitap yavan gelebilir. Maceralı, eğlenceli ve zihin yormayan bir film gibi, bir çırpıda okudum ben; yazım hatalarıyla uğraştığım dakikalar hariç.

(24 Şubat) Ekleme: İthaki'nin nazik editörü Alican Bey'e konu ile ilgili attığım e-maile cevap geldi; gerçekten de kitabın aceleye geldiğini ve ikinci baskı için tekrar redaksiyondan geçtiğini öğrendim. Mutlu oldum.

16 Şubat 2015

Tam Benim Tipim


Tam Benim Tipim: Bir Font Kitabı - Just My Type: A Book About Fonts
Simon Garfield
Çeviren: Sabri Gürses
Domingo
Şubat 2012 (2. basım)
352 sayfa

Blogda daha önce bahsettiğim kitapların tümünden farklı bir kitapla karşınızdayım bu sefer. Kitabı epey severek okudum. Hatta kapağının fotoğrafını cep telefonumun kamerasıyla çekmek yetmezmiş gibi geldi, masa lambama uydurduğum ev yapımı softbox'ın yardımıyla minyatür bir stüdyo ortamı oluşturup yukarıdaki fotoğrafı çektim. Bu arada da, fotoğraf çekmeyi çok özlediğimi fark ettim. Her neyse, benim esas alanımdan uzaklaşıyor olmam apayrı bir konu. Kitaba gelelim...

Kitabın başlığı ilk bakışta Hollywood yapımı romantik komedi filmi gibi gözükse de, alt başlıkta belirtildiği üzere, bu bir font kitabı. Grafik tasarımcılar, yazı tipi tasarımcıları, tasarım öğrencileri için ön bilgilendirme: Kitabı okumak çok keyifli olsa da, profesyonel ve teknik anlamda yeterli bir kitap değil. Steve Jobs'ın kaligrafi dersi aldığını ve bilgisayarlara farklı yazı tipi seçenekleri ekleyen ilk üretici olduğunu anlatarak başlıyor kitap. Comic Sans'tan ve (benim de desteklediğim) "Ban Comic Sans" hareketinden bahsediyor, bu yazı tipinin tasarımcısının aslında ne kadar iyi niyetli olduğunu anlatıyor. Malum, Comic Sans aslında çizgi romanlardaki el yazısına benzeyen, kullanıcı dostu bir yazı tipi olarak tasarlanmıştı. Aşırı kullanımı ile birlikte tasarımcıların ve tasarımla biraz ilgilenen birçok insanın nefretini kazandı.

Keyifli birkaç bölümden sonra, kitap zamanda geri gidiyor ve Gutenberg'den, ilk baskı makinelerinden, bu makinelerin gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan yazı tipi tasarımcılarından bahsediyor. Monotype ve Linotype baskı teknikleri, IKEA'nın yazı tipi değişikliği, trafik levhaları, yönlendirme tabelaları, Obama'nın kampanya fontu... Yazı tipleri hakkında eğlenceli açıklamalar, biraz da tarih bilgisi. Yazarın metin içinde bahsettiği ve Youtube'da bulabileceğimizi söylediği birkaç video var, aradım buldum. Birini burada da paylaşayım:


Blogun ana metinlerinde kullandığım yazı tipi olan Georgia'yı "en okunaklı ve uyumlu ekran fontu" olarak tanımlayıp beni sevindiren kitabın sayfaları, mat kapağının aksine hafif parlak ve yüksek gramajlı kağıt ile hazırlanmış. Hacminden beklenmeyecek kadar ağır olan kitabın baskısı da çok özenli, çok sevdim. Eski tekniklerle kitap dizmenin ne kadar zor olduğunu da anlatan kitapta, kullandıkları teknolojiye rağmen birkaç dizgi hatası bulmak mümkün. Çeviriye gelirsek, aslında başarılı gözüküyor ama okurken kötü dublajlı bir film izlediğimi düşündürdü bana. Bu durum, yazarın orijinal tarzından mı kaynaklanıyor, yoksa çevirmenden mi kaynaklanıyor; emin değilim. Yine de kitabı severek okudum. Yazının başında dediğim gibi, bu kitap profesyoneller için yazılmamış. Konu hakkında bilgi edinmek için ise keyifli bir başlangıç olabilir.