29 Aralık 2020

Sisler İçindeki Lut (Unutulmuş Fantastik Klasikler 6)


Sisler İçindeki Lut - Lud-in-the-Mist
Hope Mirrlees
Çeviren: Damla Göl
İthaki Yayınları
Mayıs 2020 (1. basım)
312 sayfa

Bu kitabı Damlacığım çevirdi, ben yayıma hazırladım. Böylece, zaman zaman konuştuğumuz "belki bir gün bir kitabı beraber yaparız" hayalimiz gerçek oldu. Ha tabii, kitabın çevrilmesi ile bana gelmesi arasında geçen zaman boyunca Alican'ı ve Emre'yi, "O kitabı ben yapayım mı? Damla'nın çevirisini bana versenize," diye zaman zaman taciz etmiş olabilirim. What can I do sometimes? ¯\_(ツ)_/¯

Sisler İçindeki Lut, ilk kez 1926'da yayımlanmış. Şahane mekân ve karakter isimleriyle çizgi film gibi, sevimli bir masal. Nathaniel Chanticleer, Endymion Leer, Willy Wisp, Primrose Crabapple...

Özgür Dorimare Devleti'nin başkenti Sisler-İçindeki-Lut'ta başlıyor roman. Bir de ülkenin batı sınırındaki Tartışmalı Tepeler ve bu tepelerin ötesindeki Periler Diyarı var. Periler Diyarı yasak, orayla hiçbir münasebet kurulmuyor. Ama Dorimare'de yasaklanmış olan peri meyvesi hâlâ kaçak yollardan ülkeye sokuluyor.

"Kanunlar Periler Diyarı'nın ve o topraklarla ilgili her şeyin hiç var olmadığını iddia ediyor ve peri meyveleri artık o yerleşik ritüellerin şatafatıyla ülkeye getirilmiyor olsa da Sisler-İçindeki-Lut'ta isteyen herkesin bu meyveyi tedarik edebileceği, herkes tarafından bilinen bir sırdı."

Burada tıkanıp kalıyorum, hatta galiba bir buçuk aydır tıkanmış ve bu yazıyı bitiremez durumdayım çünkü ben bu kitabı okuyalı aylar oldu, basımından da bir süre önce okudum, malum. O yüzden taze taze yorumlayamıyorum, zaten tarafsız da yorumlayamıyorum. Nasıl tarafsız yorumlayayım ki? O yüzden kendimi zorlamayı bırakayım, "Bakın, biz ne güzel kitap yaptık!" deyip gideyim, bu da yılın son yazısı olsun.

Bakın, biz ne güzel kitap yaptık!

Damla'nın Çevirmenin Çemberi yazısını da okumadan geçmeyiniz tabii.

15 Aralık 2020

Günlük Tutmak Kim, Ben Kim!

 

Günlük Tutmak Kim, Ben Kim!
Hülya Kibaroğlu
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Ocak 2016 (1. basım)
154 sayfa

Sevgili Blog,

Ben yine çok şahane bir çocuk kitabıyla geldim. Günlük Tutmak Kim, Ben Kim!'in yazarı sevgili Hülya Hanım'la bir Facebook grubundan tanışıyoruz, ben kendisine patates verecektim (evet, patates, ne var?) o bana kitabıyla geldi. Edebiyatçı olduğunu, yazar olduğunu bilmiyordum, kitabı görünce nasıl mutlu oldum, anlatamam. Bu takastan kesinlikle ben kârlı çıktım. Kitabı önce okudum, sonra da uygun yaş aralığında (8-13 yaş) bir çocuk bulup hediye edeceğim.

Kitap, annesinin zorlamasıyla günlük yazmaya başlayan Burak'ın yaz tatili boyunca tuttuğu günlüğü. Önce, "Ne yazacağım ki şimdi ben sana?" tadında başlıyor ama Burak yazdıkça açılıyor. Evdeki sıkıcı günlerini anlatıyor, sonra Antalya'ya kampa gidiyor. Kampta öyle bir eğleniyor ki benim bile canım istedi, neredeyse. Yirmi tane çocukla iki hafta geçirmek istemedim tabii, çocukken bile yirmi tane çocukla iki hafta geçirmek kabusum olurdu muhtemelen.

"Kitabın adı öyle güzeldi ki! 'İki Yıl Okul Tatili' diye bir kitaptı. İşte benim istediğim bu. Bir yıl okul, iki yıl tatil; bir yıl okul, iki yıl tatil. Kitabı okumadım, ama güzel olduğu adından bile belli. Gel gelelim bizim tatil iki yıl değil, sadece birkaç ay. Bir de şunu anlayamıyorum, okuldayken haftalar yüzyıl gibi geçiyor, tatildeyken sanki bir dakika."

Görüyor musunuz, Burak görelilik meselesini erkenden çözmüş. Kısacası, Sevgili Blog, kitabı gerçekten gülümseyerek okudum, çaktırmadan verdiği dersleri sevdim ve uygun yaşlardaki çocuklara gönül rahatlığıyla hediye edebileceğim için size de gönül rahatlığıyla öneriyorum.

Elinize, kaleminize sağlık Hülya Hanım. <3

5 Ekim 2020

Koralin

Koralin - Coraline
Neil Gaiman
İllüstrasyonlar: Dave McKean
Çeviren: Niran Elçi
İthaki Yayınları
Temmuz 2019 (1. baskı)
147 sayfa

Bu sıralar yeni bir alışkanlık edinmeye çalışıyorum. Bir kitaba başladığımda 1-2 hafta sonra hâlâ ilerlemiyorsa, canım okumak istemiyorsa inat etmeyip başka bir kitaba geçiyorum. Normalde o kitap bitene kadar (ya da beni aylarca canımdan bezdirene kadar) zorlarım ama galiba bu yeni yöntem daha verimli olacak. Sorun şu, çoğu kitaptan sıkılıyorum. Son zamanlarda Kör Suikastçı ve Çataldili Konuşan Son İnsan'a başladım, birini haftalarca diğerini 2-3 hafta boyunca yastığımın yanında tuttuktan sonra pes ettim. Sonra işte Oz Büyücüsü, Koralin gibi daha hızlı bitirebileceğim kitaplara geçmeye başladım. Bence iyi oldu. Fakat Margaret Atwood'dan ne okusam çok sararken bu kitabı niye okuyamadım, onu bilmiyorum.

Koralin'in filmini hâlâ izlemedim. Yıllar önce bir kere izlemeye başladım, geç vakitti, uyudum, filme dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Geçenlerde (geçen yıl) Can izleyelim dedi, "Dur, ben kitabı okumadan olmaz!" dedim, o günden beri bekliyor ki okuyayım da sonra filmini izleyelim. Artık izleyebiliriz!

Koralin, Gaiman'ın masal gibi çocuk kitaplarından biri, azıcık gerilimli, çokça heyecanlı. Ailesiyle yeni taşındığı eski bir evde keşfe çıkan ve aslında arkasında duvardan başka hiçbir şey olmayan bir kapıdan geçince diğer annesiyle karşılaşan Koralin'in macerasını anlatıyor. Çok eğlenceli! Çok bir şey anlatmayacağım, ben bu yazıyı yazmayı planlarken Instagram'a girdiğim anda karşımda bulduğum alıntıyı (ama kitabın bendeki baskısını esas alarak) buraya da ekleyerek bitireceğim.

"Lütfen. Adın ne?" diye sordu Koralin kediye. "Bak, benim adım Koralin. Tamam mı?"
Kedi yavaşça, dikkatle esnedi ve şaşırtıcı pembelikte bir ağız ve dil sergiledi. "Kedilerin isimleri olmaz," dedi.
"Olmaz mı?" dedi Koralin.
"Olmaz," dedi kedi. "
Siz insanların isimleri vardır. Çünkü siz kim olduğunuzu bilmezsiniz. Biz kim olduğumuzu biliriz, bu yüzden isimlere ihtiyacımız yoktur."

8 Eylül 2020

Oz Büyücüsü

 

Oz Büyücüsü - The Wonderful Wizard of Oz
Lyman Frank Baum
Çeviren: Volkan Yalçıntoklu
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Temmuz 2019 (3. basım)
135 sayfa

Oz Büyücüsü'nü izleyeli yıllar oldu. Ara sıra müziklerini dinlerim. Çok eskiden evde bir Zümrüt Kent baskısı vardı ama galiba onu da hiç okumadım. Nihayet Damla'cığım (ki kitabın bu baskısının editörlüğünü yaptı) bana Oz Büyücüsü'nü hediye etti, bir süre kitaplıkta beklettikten sonra tam da hafif bir şeyler okumak istediğim sıralarda gözüme ilişti. Pek iyi oldu.

Önce bir Somewhere Over the Rainbow izleyelim mi? (Normalde hep Israel Kamakawiwo'ole'den dinlerim -evet soyadını Google'dan kopyaladım- ama bu sefer kitabın ve filmin tadına uysun, Dorothy ve Toto'yu izleyelim.) (Mobil cihazdan geliyorsanız diye söylüyorum, aşağıda gömülü bir YouTube videosu var. Telefondan bakınca fark ettim ki gözükmüyormuş.)

Filmdeki kırmızı pabuçların aslında gümüş olması gerektiğini biliyor muydunuz? Ben aslında biliyordum, bir yerlerde okumuştum ama unutmuşum. Kitabı okurken hatırladım. Kitapta gümüşten olan (gümüş rengi değil, bizzat gümüşün kendisi) ayakkabılar, sinemada renkli çekimde iyice dikkat çeksin diye yakuta çevrilmiş, böylece o ikonik kırmızı ayakkabılar doğmuş.

Kitap ve filmin moda anlayışlarına daha da dalmadan önce kitabı anlatayım, değil mi? L. Frank Baum, eski masalların artık yetmediğini, güncel masallar gerektiğini düşünerek; "günümüz" çocuklarını hoşnut etmek için Muhteşem Oz Büyücüsü'nün hikâyesini yazmış, 1900 yılında. Bir yandan, iyi ki yazmış. Bir yandan da, üzerinden 120 yıl geçti ve biz hâlâ o "eski" dediği masalları anlatıyoruz. Hatta sinema sektörü o kadar bezmiş ki, dönüp dönüp aynı masalların filmlerini tekrar çekiyor. Ve fark ettiyseniz ben yine konuyu kitaptan uzaklaştırıyorum. Aklım çok dağınık.

Dorothy, uçsuz bucaksız Kansas çayırlarının ortasında, çiftçilik yapan Henry Enişte ve karısı Em Teyze ile birlikte yaşayan küçük bir kız. Tek göz bir kulübede yaşıyorlar, bir de kulübenin altında kasırga sığınağı var. Etraflarında uçsuz bucaksız, gri çayırlardan başka ne bir ev var ne de bir ağaç. Bir de Toto var, Dorothy'nin minik, siyah köpeği.

Bir gün kasırga çıkıyor, Henry Enişte hayvanları kontrol etmeye giderken Em Teyze kasırga sığınağına giriyor, Dorothy de Toto'yu yakalayıp sığınağa doğru koşarken kasırga evi havalandırıyor! Balon gibi uçan ev havada süzülmeye başlıyor, uzuuuun uzun gidiyor. Sonunda, Dorothy yorgunluktan uyuyakalmışken, ev ani bir sarsıntıyla yere iniyor ve Dorothy kendini hiç tanımadığı bir yerde buluyor. Sonra bakıyor ki evi Doğu'nun Kötü Cadısı'nın üzerine inmiş ve cadıyı öldürmüş! Doğu'nun Cadısı ölmüş, Kuzey'in İyi Cadısı bunu duyup gelmiş. Dorothy eve dönmek isteyince ise bu iyi cadı, "Ay ben yapamam ki ¯\_(ツ)_/¯" diyor. Ölü cadının ayaklarındaki gümüş pabuçları Dorothy'ye giydiriyor ve Zümrüt Şehri'ne gitmesi gerektiğini söylüyor. Büyük Büyücü Oz tarafından yönetilen bu şehre varabilirse belki Oz yardım eder diye umuyor.

Sonrası malum, Dorothy sarı tuğlalı yola düşüyor, yolda Korkuluk'la, sonra Teneke Adam'la ve sonra da Aslan'la karşılaşıyor. Onlar da, "belki Oz bize de yardım eder," diye (çünkü biri beyin, biri kalp, diğeri de cesaret istiyor) Dorothy'ye katılıyorlar ve yolda türlü türlü belalarla uğraşıp sonunda Zümrüt Şehri'ne varıyorlar. Oz da bu küçük kıza diyor ki, "Benim için Batı'nın Kötü Cadısı'nı öldürürsen seni evine gönderirim." Çünkü Dorothy tam da kiralık katil olacak bir insan, evet.

"Yoksa bilmiyor musun?" diye karşılık verdi kız, şaşkınlıkla.
"Hayır, sahiden hiçbir şey bilmiyorum. Gördüğün gibi içim saman dolu, bu yüzden beynim yok," diye cevap verdi Korkuluk üzüntüyle.
"Ah," dedi Dorothy, "senin için çok üzgünüm."
"Sence," diye sordu Korkuluk, "seninle Zümrüt Şehri'ne gelirsem şu Oz bana da beyin verir mi?"
"Bunu bilemem, "diye yanıtladı kız; "ama istersen benimle gelebilirsin. Oz sana bir beyin vermese bile şu andakinden daha kötü bir durumda olmazsın."

Sonra işte... Olaylar gelişiyor. Filmdekinden çok daha fazla mevzu var ve bence daha eğlenceli. Ama sorun şu, BİR MASALDA BÖYLE MESAJ MI VERİLİR? Büyük ve korkutucu biri, gidip başka bir büyük ve korkutucu insanı öldürmeni isterse git öldür. Çünkü büyük ve korkutucu adam diğerinin kötü biri olduğunu söylüyorsa kesin öyledir. Bak yine sinirim bozuldu... Neyse. Kitap eğlenceli, okuyun ama bence çocuklara okumayın, biraz büyüyüp yargı, infaz, hukuk falan konusunda bir şeyler öğrendikten sonra kendileri okusunlar. (Abartıyorum evet, kitabın kıssadan hisse vereyim, çocuk eğiteyim falan gibi bir derdi yok. Eğlencelik bir masal işte. Ben bir ara diğer Oz kitaplarını da okuyayım. Bir sürü var!)

Ha son olarak, yazıyı yayımlamadan önce yazmayı unutmuşum, ben de Oz Büyücüsü'nden safra kesesi istedim, fotoğraftakini verdi.

3 Eylül 2020

Uzaktan Kumandalı Kız

Uzaktan Kumandalı Kız - The Girl Who Was Plugged In
James Tiptree, Jr. (Alice Bradley Sheldon)
Çeviren: Begüm Kovulmaz
İthaki Yayınları

Mayıs 2018 (1. basım)
70 sayfa

Nasılsınız hâlâ blog okuyan insanlar? Bugün Ekşi Duyuru'dan bir arkadaş, "Senin bir kitap blogun vardı, di mi?" deyip adresi istedi. Kumsalda'yı buradan okumuş ve sevmiş, bloga tekrar bakmak istemiş. Adresi verecekken fark ettim ki Kumsalda'dan sonra hiçbir şey yazmamışım. Resmen utandım. O yüzden koştura koştura geldim, yeni yazı yazıyorum. (Selam, kablelvuku! Naber?)

Pandemi yaz aylarınız nasıl geçti? Benimki biraz gevşeyip arkadaşlarla sosyalleşerek ama tatile, düğüne falan gitmeyi de reddederek geçti. Bir sürü Star Trek izledik bir de. İstanbul'dan bizim ufacık köye virüs taşırım diye korktuğum için Eskişehir'e de gitmedim aylardır. Bütün yaz tatil yapıp oradan oraya gezdikten sonra hava soğuyunca #evdekal demeye başlayanlar olacak, onlarla çok pis bozuşacağız, onu bekliyorum. Fakat aslında okuma konusunda fena gitmedim. Bir yandan aynı anda 3 kitap üzerinde çalışıyorum, çevir, düzelt, son oku... Bir yandan uyumadan önce keyif için bir şeyler okumaya çalışıyorum. Bir yandan da alışverişe giderken, mutfakta bir şeyler yaparken Stephen Fry'ın sesiyle Harry Potter dinliyorum. Daha üçüncü kitaptayım, bir dahaki yaza kadar sürer bence bu böyle. Okuduğum ama bloga yazmayı ihmal ettiğim kitaplar var. Yazabilirsem yavaş yavaş eklerim, bakalım.

Uzaktan Kumandalı Kız, İthaki Bilimkurgu Klasikleri dizisinin en miniminnacık kitabı. 70 sayfa, Söğütlüçeşme'den metrobüse binseniz Beylikdüzü'ne varana kadar biter. Ama ben günlerce elimde süründürdüm, uyumadan önce okumaya çalıştım, bıraktım uyudum, ertesi gece baktım ki okuduğum yeri hatırlamıyorum 3-5 sayfa geri döndüm, uyudum, baktım ki hatırlamıyorum... Anladınız işte.

Alice Bradley Sheldon, ya da sahne ismiyle James Tiptree, Jr. ilginç bir insan. Ressammış, gazetelere sanat eleştirisi yazmış, sonra orduda istihbaratçı olmuş, CIA'e katılmış, hepsini bırakıp tekrar okula dönerek yüksek lisans ve doktora yapmış, bu arada takma ismi altında bilimkurgu öyküleri yazmaya başlamış. 1987'de, 72 yaşındayken intihar etmiş. (Ölümünün detayları çok ilginç ama buraya eklemek istemiyorum. Google it.)

Uzaktan Kumandalı Kız 1974'te en iyi novella kategorisinde Hugo ödülü almış. 1978'de dahil olduğu bir öykü derlemesi için (yazarın kendi öykülerinin derlemesi) URsula K. Le Guin önsöz yazmış. İlginç bir biçimde, Goodreads'de sadece üç edisyonu var. Bir İngilizce orijinali, bir bizimki, bir de Rusça edisyon. Sanırım başka hiçbir yerde tek başına bir kitap olarak yayımlanmamış.

Doctor Who izlediniz mi? Hani Amy hamileydi, aslında TARDIS'te değilken orada bir flesh avatarı vardı... Hani Rory bütün serinin en badass sahnesinde oynuyordu. Sonra bölüm sonunda, bebek Amy'nin kucağındayken... Hatırladınız mı? Hah... O işte. Bu küçük kitapta da buna benzer bir mevzu var. Kimsesiz, çirkin, fakir bir kıza tam da kendini öldürmeye çalışmışken yanaşıyorlar ("Kamusal alanda intihar etmek suçtur.") ve bir yerlerde gizli bir laboratuvara gideceği, yasal olarak ölü sayılacağı bir iş teklif ediyorlar. Başarısız intihar gişiriminden sonra, P. Burke bu teklifi elbette kabul ediyor.
"Onları yetiştiriyorlar," diyor Joe. Et bölümünde ne yapıldığı hiç umurunda değil. "PK'ler. Plasental kabuklar. Değiştirilmiş embriyolar, anlıyorsun ya? Kumanda implantlarını daha sonra yerleştiriyorlar. Uzaktan kumandayla onları yöneten operatör olmadan sebzeden farkları yok. Ayaklarına bak – hiç nasır göremezsin."
P. Burke çeşitli makinelere bağlanıyor ve PK'lerin sinir sistemini uzaktan yönetmeyi öğreniyor ve işverenleri ne isterse onu yapıyor. Kullandığı PK'ye Delphi adı veriliyor. (Nedenini kitapta bulacaksınız.) Delphi 15 yaşında, kusursuz güzellikte bir kız. Reklamların tamamen yasaklandığı bir dünyada, gizliden gizliye reklam yapması için tasarlanmış. Influencer gibi işte, ama alnında "sponsorlu" yazmıyor.
"Reklamcılık nedir, biliyor musun?"
Kışkırtmak amacıyla böyle konuşuyor, amacı kızı şoke etmek. Gözleri kocaman açılan Delphi'nin minik çenesi havaya kalkınca, P. Burke'ün aktarmayı başardığı karmaşık yüz ifadeleri Joe'yu mest ediyor. Bay Cantle bekliyor.
"Şey... eskiden insanlara bir şeyler satın almalarını söylerlermiş," diyor kız ve yutkunuyor. "Ama artık yasak bu."

Mevzu bu işte... Kısacık kitabı daha fazla anlatırsam hepsini yazmış olacağım. Ben Tiptree'nin üslubunu, ana karakterini küçümseyen dilini çok sevdim. Yazarın kaleminden öfke ve gerginlik akıyor sanki, çok tuhaf. Dediğim gibi, zaten minicik bir kitap. Bence okuyun.

19 Nisan 2020

Kumsalda


Kumsalda - On the Beach
Nevil Shute
Çeviren: Gizem Dinç
İthaki Yayınları
Nisan 2019 (1. basım)
296 sayfa

Hayır, fotoğraftaki şey bir bikini üstü değil! Gaza gelip dikiş makinesi alınca dikmeyi denediğim ilk şey, eski tişörtten maske. Ve bunu böyle, "Dikiş makinesi aldım, eski tişörtlerden maske dikiyorum ki dışarı çıkarken biraz daha güvende olabileyim," diye, çok normal bir şeymiş gibi anlatmak sinirimi bozuyor.

Yeterince kıyamet hikâyesi okuduğumu düşünüyorum, uzay savaşları, nükleer felaket, iklim değişikliği... Hep en önde savaşanları okuyoruz, kimse evinde oturanların (şu aralar tam da biz) hikâyesini yazmıyor. Yani yazmıyor sanıyordum, meğer Nevil Shute yazıyormuş. Kumsalda o yüzden tam da bu sıralar okunacak bir kitap – ya da durumdan fazla etkileniyorsanız kesinlikle bu sıralar okumamanız gereken bir kitap. Şöyle anlatayım, ben kitabı çok sevdim ama sonuna doğru gelirken Emre'ye dedim ki, "Son 60 sayfa kaldı. Daha çok depresyona girdim kitap yüzünden." Emre de bana dedi ki, "Son 60 sayfası asıl depresyon, kötü etkileyecekse ertele derim." (Diyalogdan bazı "random" gülüşleri kaldırdım tabii ama yaklaşık böyle bir şey.) Tabii ki Emre'yi dinlemedim, ertelemedim, bu konuşmadan sonra, aynı gün içinde bitirdim kitabı. Sonra da bir on beş dakika kadar boş boş perdeyi izledim. Abartmıyorum.

Rusya NATO'yla savaşmış, sonra Arnavutluk kaynaklı bir İsrail-Arap anlaşmazlığı nedeniyle Çin ve Rusya birbirine girmiş, her iki taraf da kobalt bombaları kullanmış. Ve böylece, kuzey yarımküre radyoaktivite tarafından pırıl pırıl temizlenmiş. Savaş bölgelerinden yayılan radyasyon herkesi yavaş yavaş öldürmüş, denizdeki gemiler ve denizaltılar komuta merkezleriyle irtibatı kaybetmişler. Amerikan Donanması'nın kalan son aktif denizaltı olan U.S.S. Scorpion Avustralya'ya sığınmış. Eksik mürettebatı Avustralya askerleriyle tamamlayan gemi keşif gezilerine çıkıyor, kuzey yarımküreye doğru gidiyor, radyasyonun yüksek olduğu yerlerde suyun altında kalıyor ve, hiç umutları olmasa da, hayat belirtisi arıyor. Bu arada radyasyon yavaş yavaş güney yarımküreye doğru yayılıyor.

Bir yandan da Melbourne'deki sivillerin hayatını okuyoruz. Avustralya Donanmasının irtibat subayı Peter Holmes Scorpion'la denize açılırken geride kalan eşi Mary küçük bebekleriyle ilgileniyor. Arkadaşları Moira Davidson kalan zamanını bol alkolle dolduruyor, bu arada Amerikalı kumandan Yarbay Towers'a yarenlik ediyor. Bir yerlerden bir Ferrari bulup alan John Osborne ise bütün boş zamanını arabasına ayırıyor. Ha, bu arada, kıta petrolü kuzey yarımküreden aldığı için Avustralya'da artık benzin yok, dizel yakıt yok, arabalar çalışmıyor. İnsanlar gidecekleri yere bisikletle, at ya da öküzlerin çektiği arabalarla gidiyorlar. Yollarda terk edilmiş arabalar öylece duruyor, hatta at arabalarının bağlandığı birer direk olarak iş görüyor. Peter'ın süt almak için gittiği çiftliğin sahibi şöyle diyor:
"Bugünlerde burası kadınlar için fazla ıssız. Savaştan önce olduğu gibi arabayı alıp yirmi dakikada kasabaya inemiyor ki. Boğa arabasıyla gitmesi üç buçuk saat sürüyor. E üç buçuk saat de geri dönüşü. Yalnız başına seyahat etmesi yedi saat demek."
Ortam böyle. Petrol yok, kuzeyden gelen hiçbir şey, hiçbir insan, hiçbir radyo dalgası, hiçbir ses yok. Kuzeyde sadece radyasyon var ve o da Avustralya kıtasına doğru geliyor. İnsanlar birkaç ay içinde öleceklerini bilerek yaşıyorlar ve bu kitabı daha önce okusaydım büyük ihtimalle "Olur mu lan öyle şey," diyeceğim ama şimdi okuyunca çok doğal gelen biçimlerde tepki veriyorlar. Yarbay Towers, ABD'de bıraktığı ailesine hediyeler alıyor, Moira içkiden sıkılınca daktilo kursuna başlıyor, Mary asla gelmeyecek olan bir sonraki yaz için sebze bahçesi kurmak ve birkaç yıl içinde meyve verecek ağaçlar dikmek istiyor.
Moira, Amerikalıya baktı. "Birilerinin kafayı üşüttüğü muhakkak," dedi alçak sesle. "Ben mi yoksa onlar mı?"
"Neden öyle dedin?"
"Altı aya kalmadan burada olamayacaklar bile. Ben de olmayacağım. Sen de olmayacaksın. Yani gelecek sene sebze isteyemeyecekler."
Her iki dünya savaşını da yaşamış ve İkinci Dünya Savaşı'nda gizli silah projelerinde baş mühendis olarak çalışmış bir havacılık mühendisi Nevil Shute. Yani savaşa hiç yabancı değil, savaşın etkilerini kurgularken ne yaptığını çok iyi biliyormuş. Çeviri pırıl pırıl, son okuma biraz aceleye gelmiş ama sonraki baskılarda düzeliyor o da. Kitaba bayıldım, okurken içime kaçtım, bunaldım ama kitaptan sıkıldığım için değil, kitabı bu kadar gerçekçi bulmaktan bunaldım. Fakat kitaba bayıldım! Çernobil'deki yangın da her şeyi daha gerçek kıldı. Bu kitabı mutlaka okuyun. Ama tekrar ediyorum, bugünlerde yaşadığımız tuhaf dünyadan kötü etkileniyorsanız şimdi okumayın.

5 Mart 2020

Dünyanın Ötesindeki Orman (Unutulmuş Fantastik Klasikler 2)


Dünyanın Ötesindeki Orman - The Wood Beyond the World
William Morris
Çeviren: Melisa Pancar
İthaki Yayınları
Eylül 2019 (1. basım)
180 sayfa

Bu kitap benimle gezdi. Denize girdi (en azından sahilde oturdu), çöllere daldı, Kadıköy minibüslerinde sarsıldı... Fakat zihnimde çok da büyük bir yer edinmedi. Gerçekten bir masal gibi, uykudan önce okunacak/dinlenecek bir tadı var kitabın, keyifli ve içindeki erotizme rağmen çocuksu ve basit.

Olağanüstü güzelliğe sahip bir kadına körkütük âşık olup bu kadınla evlenen genç Golden Walter ve Bartholomew'la tanışıyoruz kitabın başında. Delilerce sevdiği karısı aslında Walter'dan nefret ediyor ve adamcağıza hayatı zindan ediyor. Walter yaşantısından kaçmak için babasının kocaman yük gemilerinden birine binip denize açılmaya karar veriyor. Tam da demir almadan bir gün önce, çok çirkin bir cüce, çok güzel bir genç kız ve çok göz alıcı bir kadından oluşan tuhaf bir grupla karşılaşıyor. Gruptaki iki kadın birden Walter'ın aklında öyle bir yer ediyorlar ki gittiği her limanda bu kadınları arıyor gözleri. Sonra babasının ölüm haberi geliyor. Karısıın ailesiyle çıkan bir kavgada öldürülmüş! İntikam için geri dönerken fırtınada kayboluyorlar, bilmedikleri bir yerde karaya çıkıyorlar ve sonra işler çok karışıyor. İntikam falan yalan oluyor, adeta bir peri masalına dönüşüyor roman.
Walter ellerini ona uzatarak heyecanla konuştu: "Evet, evet! Aramıza nasıl bir kötülük girerse girsin ikimiz de iki şeyden eminiz. Sen beni seviyorsun, ben de seni. Şimdi bu tarafa gelsen de kollarımı sana sarsam, dudaklarını, o cana yakın yüzünü öpemesem de ellerini öpsem, en azından sana dokunsam olmaz mı?"
Çeviri ve editörlük tertemiz, hatta Goodreads'deki bazı yorumlara bakılırsa, sanırım kitabın Türkçesi, İngilizcesinden daha akıcı. (Yalnız, içimden bir ses, kitabın adı Dünyanın Ötesindeki Odun olsaydı keşke diyor, onu dinlemiyoruz.) Anlatım olsun, konu olsun, bu roman çağdaş fantazya okuru için çok da çekici olamıyor bence. Karmaşık büyü sistemlerine, çeşit çeşit yaratığa, heyecanlandıran "plotlara" alışığız, Dünyanın Ötesindeki Orman çerez gibi geliyor. Fakat William Morris'in hem Tolkien'e hem C.S. Lewis'e ilham verdiğini de unutmamak gerek. Boş değil!

19 Şubat 2020

Gulyabani


Gulyabani
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Günümüz Türkçesi: Selçuk Aylar
Müptela Yayınları
Eylül 2019 (1. basım)
172 sayfa

Gulyabani'yi gençken, öğrenciyken okuyup okumadığımı hatırlamıyorum ama galiba okumamıştım. Ne çok şey kaybetmişim! Çok eğlenerek okudum, çok sevdim. Kitap bittikten birkaç gün sonra da oturup Süt Kardeşler'i izledim ki eksik kalmasın. (Sonra Şaban Oğlu Şaban, Tosun Paşa... Bu filmleri izlerken bize ev sahipliği yapan kuzenim Burcu, Hababam Sınıfı'yla devam ediyormuş seriye.)

Kitabı benden başka herkes okumuştur diye tahmin ediyorum. Yine de konuyu kısaca anlatayım. Yaşı altmışı geçkin Muhsine Hanım'ı tanıyoruz önce.
"Bu saf, muhterem kadın, kınalı saçlarının üzerine bağladığı yeşil dantel oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle; parmak dikişli laciver Lahor işi kumaştan geniş hırkasıyla; etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir."
Muhsine Hanım, dili pek tatlı bir kadınmış, komşularıyla toplanınca pek güzel hikâyeler anlatırmış. Sonra bir gün, gençliğinde yaşadığı gulyabani olayını anlatmış, biz de olayı Muhsine Hanım'dan aktarıldığı şekliyle okuyoruz.

Muhsine o zamanlar kimsesiz bir genç kız, evlendirilmiş, koca dayağından bezince kaçmış boşanmış. Sonunda bir yakınları, güzel bir yere hizmetçi yerleştireceğim diye Muhsine'yi alıp at arabasıyla yola çıkıyor. Bulgurlu yakınlarındaki (yani İstanbul'un taaaaaa ötesinde, çok uzaklarda!) Yedi Çobanlar Çiftliği'ne kadar gün boyu gidiyorlar.Çiftlikte Çeşm-i Felek Kalfa (ki kendisinin Çerkes olduğu belirtiliyor) ve Ruşen adlı (ki kendisinin Arap olduğu belirtiliyor) bir aşçı var. Bu iki kadıncağız, bir de evin hanımı, ihtiyar Hanımefendi koca köşkün içinde davullar çalan, sınav yapan, öte taraftan haberler getiren gürültücü perilerin cinlerin arasında delirmenin eşiğinde yaşayıp gidiyorlar. Bir de Muhsine katılıyor yanlarına ama Muhsine korkak olduğu kadar meraklı da olduğundan konuyu kurcalamaya başlıyor ve neler neler oluyor! Kitabı okumasanız bile sonunda ne olduğunu Süt Kardeşler'den öğrenmiş olabilirsiniz. Hüseyin Rahmi tam bir akılcılıkla, bir Cumhuriyet dönemi yazarından bekleyeceğimiz gibi, bütün doğa üstü olayları açıklayıp usa ve mantığa oturtarak kapatıyor romanı. Ama bu, romanda tasvir edilen tuhaf cinler ve bir garip çalgı çengi yüzünden trende, tramvayda kıkırdamamı engelleyemiyor tabii.
"Çorba pişirmek için bir havuza pirinç atsak ateşi nereye yakmalı?"
Abla meselenin zorluğundan iskemlesinin üzerinde birkaç defa kalkıp oturarak birçok kez yutkundu. Nihayet şu cevabı buldu:
"Efendim testi kebabı gibi kor'u havuzun etrafına dizerim..."
Derhal çiftenağra, çığırtma bu opera topluluğunun inceli kalınlı sesleriyle başladı:
Bilemedi Ruşen hah hah hah
Bilemedi Ruşen hah hah hah
Hanımefendi'nin işareti üzerine hepimiz kalktık, bu hava eşliğinde göbek atmaya başladık.
Çalgı sustu, yine oturduk. Arap sıkıntısından terliyordu.

21 Ocak 2020

Komşum Bay Tesla


Komşum Bay Tesla
Nur Muslu Tiftikci
Resimleyen: Linda Nihan Lafcı
İthaki Çocuk
Kasım 2019 (1. baskı)
107 sayfa

İthaki Yayınları, İthaki Çocuk adıyla çocuk kitapları yayımlamaya başladı. Komşum Bay Tesla buradan çıkan dokuzuncu kitap. Adı ve kapağı o kadar güzeldi ki, önce okuyayım sonra hediye edecek bir çocuk bulurum nasıl olsa diye aldım kitabı. Meğer bu kitap, Sıra Dışı İnsanlarla Kurmaca Maceralar serisinin ilk kitabıymış. Çok keyifli bir kitap ve ben bir akşam evde otururken bir saatte okudum bitti. Çocuğunuza, yeğeninize, kuzeninize gönül rahatlığıyla alabilirsiniz demek istiyorum ama çocuk kitapları konusunda o kadar cahilim ki, bu kitabın kaç yaşlarındaki çocuklar için uygun olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Sanırım 3. sınıf çocukları gayet rahat okuyabilirler? Ya da 4?

Kitap, anne ve babasının yeni işleri nedeniyle yeni bir şehre taşınan Andy'yle başlıyor. Andy taşınmadan hiç memnun değil, arkadaşlarını özlüyor ve yaz tatili boyunca evde yalnız kalıyor. Bu sırada hemen yanlarındaki evde tuhaf bir adamın yaşadığını fark edip adamın neler yaptığını merakla izlemeye başlıyor.
"Yavaş yavaş yükselip tekrar baktığında adamın gözlerini, önündeki küreye diktiğini gördü. Elleri küreye değdiği zaman, içinden küçük küçük, yıldırımları andıran renkli ışıklar çıkıyordu. Bu küçük yıldırımların renkleri durmadan değişiyordu. Kırmızıdan mora, mordan maviye, maviden pembeye dönüyorlardı. Küçücük kürenin içinde adeta bir renk cümbüşü yaşanıyordu. Andy, o ışıklı kürenin ne olduğunu çok merak etti."
Bir gün (yine yalnız başına) evde top oynarken komşu evin penceresini kırınca, Andy sonunda bu tuhaf komşuyla tanışıyor ve kırdığı pencerenin karşılığı olarak komşusunun asistanı olmayı kabul ediyor. Sonrası, gerçek olaylarla pek de ilgisi olmayan ama yeterince paralel giden kurgusal bir Tesla masalı. Çok eğlenceli kitap!

13 Ocak 2020

İskandinav Mitolojisi


İskandinav Mitolojisi - Norse Mythology
Neil Gaiman
Çeviren: Alican Saygı Ortanca
İthaki Yayınları
Eylül 2018 (1. baskı)
309 sayfa

Ben, Kirke'den sonra mitolojiye doyamadım. Bir yıldır kitaplıkta bekleyen İskandinav Mitolojisi'ne geçtim.

Neil Gaiman,  Takdim kısmında en sevdiği mitlerin İskandinav mitleri olduğunu, Jack Kirby ve
Stan Lee'in ellerinden çıkan The Mighty Thor çizgi romanı sayesinde Asgard'la tanıştığını anlatıyor. Bir de diyor ki, İskandinav mitlerinin pek çoğu kaybolmuş.
"Ulaşamadığımız pek çok İskandinav hikâyesi, bilmediğimiz birçok şey var. Elimizdekiler, halk hikâyeleri biçiminde, kulaktan kulağa dolaşarak, şiirlerle ve düzyazılarla bize kadar ulaşmış bazı efsaneler. (...) Bazı öyküler ve şiirler ise başka hikâyelerden bahsederler ya da onları ima ederlerdi, ki bunlar günümüze kadar ulaşmadı.
Yunan ve Roma'daki tanrı ve yarı tanrı anlatılarından yalnızca Theseus ve Herakles'in hikâyelerinin günümüze kadar ulaşmayı başardığını düşünün.
Buncasını kaybettik."
Sonra da, kaybolmamayı başaran mitleri kısa kısa hikâyeler halinde, her zamanki keyifli anlatımına mitolojinin lirizmini de ekleyerek anlatıyor. Önce Odin'i, Thor'u, Loki'yi anlatıyor kısaca. Loki aslında Thor'un üvey kardeşi değil, Odin'in kan kardeşiymiş.

Hikâyeleri anlatmayacağım. Sadece şunu söylemek istiyorum, yıllarca Yunan mitolojisi okuduktan sonra oradaki isimleri gayet iyi öğrenmişim. Kitap boyunca İskandinav tanrılarının isimleri nedeniyle çok zorlandım. Zaten isim hafızam zayıf, Eitri ve Elli, Fjalar ve Fjolnir, Gleipnir ve Grimnir, Skirnir ve Skyrmir... Anlıyorsunuz işte.

Efsaneler, "Başlangıçtan Önce ve Sonra" ile başlayıp "Ragnarök: Tanrıların Nihai Kaderi" ile bitiyor. Böylece Asgard'ın tarihini baştan sona gezmiş oluyoruz adeta. Odin'in gözünü nasıl kaybettiğini, Thor'un çekicinin sırrını, hatta depremlerin neden olduğunu bile öğreniyoruz. Ki bu deprem meselesini ben çok mantıklı buldum.

(Fotoğraftaki şişe, Can'ın geçen yıl evde demlediği Thor's Hammer adlı bira ve kendisinin yaptığı etiketi. Evde başka hiçbir İskandinav aksesuarı bulamadık fotoğraf için.) -_-

8 Ocak 2020

Ben, Kirke


Ben, Kirke - Circe
Madeline Miller
Çeviren: Seda Çıngay Mellor
İthaki Yayınları
Eylül 2019 (1. basım)
404 sayfa

Kirke. Azra Erhat'a göre, "Büyücü tanrıça Kirke tıpkı Kalypso gibi Odysseus'un serüvenlerinde başlıca rol oynayan kişilerdendir. Güneş Tanrısı Helios'la Okeanos kızı Perseis'ten doğmadır denir kimi efsanelerde, kimine göre de Hekate'nin kızıdır ve büyücülüğü ondan almıştır."*

Mitolojiyi çok severim. Sadece Yunan da değil; Kafkas mitolojisi, Türk mitolojisi, Çingene mitolojisi gibi kitaplar bulunca onları da alıp okurdum eskiden. (Türk mitolojisi kitabımı, nereden baksan 15 sene kadar önce, bir ödev için ödünç alıp geri vermeyen arkadaşım, seni de unutmadım ve kitabımı hâlâ özlüyorum.) Sonra üniversite öğrencisiyken bir yaz Mitologya'yı okudum, sonraki dönem de okulda mitoloji dersi aldım. Uzuuuun öğrencilik hayatımın en sevdiğim derslerinden biri oldu. Sorun şu ki, hafızam çok iyi değil. Gayet iyi tanıdığım isimlerin ne tanrısı olduğunu, kimin kiminle evlendiğini ama aynı zamanda onun yeğeni olduğunu, hangi yarı-ölümlünün hangi tanrıyla fingirdediğini sorsanız söyleyemem. O yüzden evimde iki tane mitoloji sözlüğü var, biri Azra Erhat, biri Pierre Grimal. Şimdi de Kirke'nin yanına bu sözlükleri koydum, adeta çok ciddi bir inceleme yazacakmış gibi oturdum klavyenin başına.

Goodreads kullanıcıları tarafından 2018'in en iyi fantastik romanı seçilen Ben, Kirke bildiğimiz kahramanların daha önce okuduğumuz öykülerini iç içe örüyor ve Kirke'nin tarafından anlatıyor. Titan Helios'la, Okeanos'un kızı nympha Perseis'in çocuklarından en büyüğü olan Kirke'nin sesi ölümlüler gibi zayıfmış, hiçbir tanrısal gücü de yokmuş. O yüzden annesi hor görür, babası umursamaz, kardeşleri ise bütün acımasızlıklarıyla dalga geçerlermiş Kirke'yle.

Sonra, yüzyıllar sonra, Kirke'nin aslında göründüğü kadar güçsüz olmadığı ortaya çıkıyor. Yeni bulduğu gücüne alışmaya çalışan Kirke hem babasını hem de Zeus'u o kadar korkutuyor ki, Aiaie adasına sürgüne gönderiliyor ve orada güçleri gelişirken yeni yaşamına ve yalnızlığa alışıyor. Bazen Hermes ziyaretine geliyor. Bir kez kız kardeşi Pasiphae'nin talebiyle Girit'e gidip Minotauros'un doğumuna yardımcı oluyor. Olymposlu babalar kızlarını cezalandırmak için yanına gönderiyorlar. Bu adada Kirke büyüyor, gelişiyor, Aiaie'nin Cadısı olarak tanınmaya başlıyor.
"O kusursuz, boş odaların arasında kendimi öyle hissettim ki... ne bileyim. Hayal kırıklığına uğramış hissediyordum. Sanırım içimde hâlâ Kafkaslar'da yalçın bir kayalığı ve karaciğerime doğru dalan bir kartalı umut eden bir yer vardı. Ama Skylla, Zeus olmadığı gibi ben de Prometheus değildim. Nympha'ydık biz, zahmete değmezdik."
Mitoloji seviyorsanız ve Ben, Kirke'yi henüz okumadıysanız kesinlikle okumanızı öneririm. Su gibi akıp gidiyor. Ben öyle keyif aldım ki, mitolojiye doyamadım diye hemen arkasından Neil Gaiman'ın İskandinav Mitolojisi kitabına geçtim.

* Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi