31 Ekim 2019

Büyünün Rengi (Diskdünya 1, Rincewind 1)


Büyünün Rengi - The Colour of Magic
Terry Pratchett
Çeviren: Niran Elçi
Delidolu Yayınları
Mart 2015 (1. basım)
237 sayfa

Diskdünya'dan bahsedilince elim ayağım titriyor, tansiyonum hafifçe yükseliyor, ehem hem diye konuyu değiştirmeye çalışıyorum. Çünkü, hadi daha önce okumadım, Delidolu 2015'ten beri kitapları sıra sıra basıyor, ben hâlâ okumuyorum. Resmen terbiyesizlik... Bir de kırktan fazla roman var, bu romanların hangi sırayla okunacağı var. Yayımlanma sırasıyla mı okuyalım, alt serileri mi takip edelim, ne yapalım biz? Bir yandan Caner, "Okuyun şunları da hakkında konuşalım," diye dürtüyor, okumadım deyince üzülüyor. Caner selam, bak, ilk kitabı bitirdim!

Delidolu seriyi yayımlamaya devam ediyor bu arada, son iki yıldır biriktirip 7-8 Diskdünya kitabını bir anda alıyorum, çok keyifli. Geçen hafta Eganba'da güzel indirim yakaladım, bütün eksiklerimi tamamladım yine. Büyünün Rengi'nin çevirisi de, sevgili Yosun'un elinden çıkan editörlüğü de gayet güzeldi, bütün seri böyle devam etmiştir umarım.

Büyünün Rengi hem Pratchett'in yazdığı ilk Diskdünya romanı, hem de her türlü okuma listesinde önerilen başlangıç kitabı. Ve benim bu kitabı bitirmem AYLAR sürdü. Bir ara pes ettim, başka başka kitaplar okudum, sonra artık aklımın bir köşesinde kalmasın diye alıp devam ettim ve kitabın son yarısının başından çok daha rahat aktığını fark ettim. Söylentilere bakılırsa bu kitap akmıyor diye seriye devam etmemek büyük hata olurmuş, sonrası çok daha güzelmiş. Ben de buna güvenip seriye devam edeceğim elbette. Yavaş yavaş. Zamanla. Olur elbet. Bir gün.

Kaynak: Discworld By Nicolsche

Büyünün Rengi, büyük kaplumbağa A'Tuin'i anlatarak başlıyor. Çünkü biliyorsunuz, A'Tuin sırtında dört fil taşıyor, bu filler de sırtlarında Diskdünya'yı taşıyorlar; uzay boşluğunda böyle süzülüp gidiyorlar.

Bir yangın çıkıyor, beceriksiz bir büyücü yangından canını zor kurtarıyor, sonra tuhaf bir turiste rehberlik yapmaya başlıyor ve... Sonra işte bu ikisinin maceralarını okuyoruz. Pratchett'in alabildiğine İngiliz olan mizahı çok da ortada değil, bir kısmı da çeviride kayboluyor sanırım ama yine de olmadık yerlerde "Pıhı!" diye güldürüyor. Fark ettiğiniz üzere kitabı çok sevdiğim söylenemez, bir de bitirmem aylar aldığı için başını hatırlamıyorum, o yüzden daha ne yazsam diye lafı geveleyip duruyorum. Eğer sonraki kitaplarda da aynı hissi alırsam çok kızacağım!

25 Ekim 2019

Fantastes (Unutulmuş Fantastik Klasikler 1)



Fantastes - Phantastes
George MacDonald
Çeviren: Melisa Pancar
Şiir ve şarkı çevirileri: Alican Saygı Ortanca
İthaki Yayınları
Eylül 2019 (1. basım)
256 sayfa

İthaki, Bilimkurgu Klasikleri'nden sonra çok daha idealist bir işe kalkıştı: Unutulmuş Fantastik Klasikler. Tolkien öncülü fantastik kurgu yazarlarının eserlerinden oluşan seri toplam on kitap, kısıtlı bir zaman dilimini içerdiği için seri ilk planlandığı hâliyle basılıp bitecekmiş. Bütün bunları Alican kitabın öncesinde yer verdikleri Editörün Sunuşu'nda anlatıyor. Sonra da C. S. Lewis'in önsözü geliyor, "bu kitabın hayal gücünü dönüştürdüğünü hatta vaftiz ettiğini" söylüyor.

Fantastes ilk kez 1850'lerde yayımlanmış bir masal, yetişkinler için yazılmış. 21 yaşını doldurup babasından kalan mirasa erişebilince eski bir yazı masasının anahtarına sahip olan ve bu masayı kurcalarken bir peri ile karşılaşan Anodos'un anlatımından okuyoruz bütün kitabı.
Ben, unutulmanın kanununa sessizce tanıklık eden bu eşyalara dokunmaya neredeyse korkarak, sandalyemde arkaya yaslanmış bir şekilde dikkatle bölmeyi incelerken; küçücük bir kadının, bir anda canlanan küçük bir Yunan heykeline benzeyen mükemmel sureti, derinliklerinden fırlayıp çıkmış gibi küçük bölmenin eşiğinde belirdi. Boynu örgüden bir şeritle çevrilmiş, beline bir kemer iliştirilmiş, ayaklarına kadar uzanan elbisesi hiçbir zaman demode olmayacak türden, sıradan bir elbiseydi. Ancak elbisesini fark ettikten sonra şaşkınlığımın, gözlerimin önünde küçük bir kadının cisimlenmesine verilmesi beklenen tepkinin yakınından bile geçmediğinin farkına varabildim.
Bu küçük kadın, Anodos'a Periler Diyarı'na giden yolu bulacağını söylüyor ve ortadan kayboluyor. Anodos ertesi sabah yatağından kalkınca kendini bu büyülü diyarda buluyor ve şiirlerle şarkılarla süslü, karmakarışık bir maceraya atılıyor. Çiçeklerde yaşayan periler, konuşan ağaçlar, gizemli insanlar...

Kitabın bence en güzel yanı şu, bazı diğer masallar, fantazyalar gibi kör kör parmağım gözüne bir alegori yok, daha üstü kapalı, daha minnoş bir sembolizmle, ara sıra biraz dağılıp sonra tekrar toparlanarak ilerliyor kitap. (Evet, sembolizme minnoş dedim, what can i do sometimes?) Çok ilginç bir seri için, çok güzel bir başlangıç olmuş bu kitap. "İnanılmaz bir edebiyat zevki" olduğunu iddia demem ama çok keyifle okunuyor.

13 Ekim 2019

Kadınlar Ülkesi

 
Kadınlar Ülkesi - Herland
Charlotte Perkins Gilman
Çeviren: Sevda Deniz Karali
İthaki Yayınları
Kasım 2018 (1. basım)
209 sayfa

Kadınlar Ülkesi, Bilimkurgu Klasikleri serisinin otuz dokuzuncu kitabı. İlk kez 1915'te yayımlanmış ve hemen başta belirtmek gerekir, toplumsal açıdan geçerliğini (ne mutlu ki) epeyce yitirmiş ancak feminist yazının nerelerden geldiğini hatırlamak için okunması gerekir diye düşünüyorum.

Adından belli, elimizde bir kadın ülkesi var ama bu, bizim bildiğimiz Amazonlar gibi anaerkil bir toplum falan değil, her nasılsa eşeysiz üremeyi başarmış ve aralarında hiç erkek bulunmayan bir toplum. Yani, bence de çok sıkıcı evet... Ama bu kadınlar da bunu keyiflerinden yapmamışlar, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeki ülkelerine düşmanlar saldırıp erkekleri savaşa gidince, ülkelerine açılan doğal geçit de bu arada kapanınca kadın başlarına kalmışlar. Yavaş yavaş ölmeye ve sayıları azalmaya başlamışken içlerinden biri bir mucize eseri hamile kalmış (yok vallahi, kıyıda köşede saklı bir erkek yok ülkede) ve bir kız doğurmuş. Partenogenez (yani döllenmesiz) üreyen bu tek kadının kızları da aynı yolla çoğalmaya başlamışlar ve böylece Kadınlar Ülkesi, tamamı birbirinin akrabası olan sakinleriyle, kendi küçük ve gizli dünyasında yaşamaya devam etmiş. Fakat bu gizli ülke hakkında bazı söylentiler, yakın coğrafyalardaki yerli halklar arasında gezinirmiş.

Böylece, bir gün bir keşif gezisine çıkan Terry O. Nicholson (parasını nereye harcayacağını şaşırmış, zengin bir genç), Jeff Margrave (bilim aşkı hiç sönmeyen bir doktor) ve anlatıcımız Vandyck Jennings (bilime meraklı bir sosyolog) sadece kadınların yaşadığı bu gizemli ülke ile ilgili söylentileri duyunca "Hadi lan!" diyerek işin aslını öğrenmeye karar veriyorlar. (Ve olaylar gelişir...)
 
Gerçek bir Casanova olan Terry, elbette erkek hasreti çeken bu kadınların arasında çok mutlu zamanlar geçireceğine eminmiş ama o iş öyle değil tabii. Kadınlar Ülkesi'ni bulduklarında bir grup kadın da bunları buluyor ve erkeklerimiz önce bir odada tutsak ediliyorlar, kadınların dilini öğrenmeye başlayınca da hem bu ülke ve yaşamları hakkında eğitiliyorlar hem de kadınlara kendi hayatlarını anlatıp öğretiyorlar.
Onlara yaklaşımımızda bizi en çok şaşırtan şey ise herhangi bir cinsiyet gelenekleri olmamasıydı, neyin "erkeksi" neyin "kadınsı" olduğuna dair kabul edilmiş hiçbir standartları yoktu.

Jeff, Celis'in elindeki meyve sepetini alırken "Bir kadın ağır şeyler taşımamalıdır," deyince kız yüzünde gerçek bir şaşkınlık ifadesiyle "Neden?" diye sormuştu. Tabii ki Jeff bu çevik, iri yapılı genç ormancının yüzüne bakıp da, "Çünkü kadınlar daha güçsüzdür," diyememişti, zira bu kız güçsüz falan değildi. Bir yarış atına, sırf yük atına benzemiyor diye güçsüz denir mi?
Kitap âdeta Gulliver'ın Gezileri. Gilman, döneminin kocaman cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili rahatsız olduğu ne varsa, Kadınlar Ülkesi'nin coğrafyasına sığınarak hepsini sırayla anlatmış. Dinden bahsetmiş, sonsuzluktan bahsetmiş, geleneklerden bahsetmiş.
"Geçmişe hiç saygınız yok mu? Ata annelerinizin düşündüklerine ya da inandıklarına?"
"Elbette hayır," dedi. "Neden olsun ki? Onlar çoktan gitti. Ayrıca bizim bildiğimizden daha az şey biliyorlardı. Eğer geçmişimizin ötesine geçememişsek ona layık değilizdir; ve bizleri geçmesi gereken çocuklarımıza da layık olamayız."
Adamlardan biri, iki sayfa boyunca bir zavallı kadıncağıza ölümden sonraki "sonsuz yaşam"ı anlatıyor, ölümsüzlüğün ne kadar da şahane olduğuna ikna etmeye çalışıyor ama kadın ikna olmuyor. Sanırım kitapta en çok burayı okurken eğlendim. Tamamını tabii ki burada alıntılamayacağım, kendiniz okuyun!

Kitapla ilgili en rahatsız olduğum nokta ise, böyle bir eşitlik, cinsiyetsizlik savunusunun ortasında hâlâ anneliğin kutsal tutulması oldu. Bir de kitabın çevirisinde Türkçenin eksik kaldığı bir yer var. Orijinalinde "ancestors" olduğunu tahmin ettiğim sözcük kitap boyunca "ata" hatta "ata anne" diye çevrilmiş ve ben bu sözcüğü gördükçe Türkçede bunun cinsiyetsiz bir karşılığı yok diye çok üzüldüm. Çeviren ben olsaydım "ninelerimiz" diye kullanmaya kalkışırdım, belki Alican'ı ve Emre'yi bile ikna ederdim, kim bilir.