29 Aralık 2019

Su Adamı


Su Adamı - Человек-амфибия (Çelovek-amfibiya)
Aleksandr Belyaev
Rusçadan çeviren: Hazal Yalın
İthaki Yayınları
Mayıs 2017 (1. basım)
243 sayfa

Bu kitap beni çok heyecanlandırdı! Çocukken okuduğum Jules Verne romanlarının tadını verdi; çok severek, çok keyifle okudum.

Bunu söyledikten sonra... Aleksandr Belyaev, 1884'te, halen monarşiyle yönetilen Rusya'da doğmuş; 1942'de Sovyet Rusya'da ölmüş. AÇLIKTAN ÖLMÜŞ! Bu konu beni çok sinirlendiriyor ve üzüyor. Romana başlamadan önce kitabın başındaki kısa biyografiyi okuyunca dakikalarca, Ne demek açlıktan ölmüş? Sovyetlerin Jules Verne'ü denen adam nasıl açlıktan ölebilir? diye homurdandım, etrafımdaki insanlara bunu söyleyip homurdanmaya devam ederken benimle aynı şiddette tepki vermedikleri için de daha çok kızdım. Bu konuda çok öfkeliyim.

Belyaev'in Ket Yıldızı ve Profesör Dowell'in Başı adlı iki kitabı daha önce Türkçeye çevrilmiş, her ikisi de Ekim 2013'te Doruk Yayınları imzasıyla yayımlanmış. Üstelik tıpkı Su Adamı gibi, Hazal Yalın tarafından Rusça asıllarından çevrilmişler. Bu iki kitap da 2013'ten beri bende var, bir türlü sıra gelmemişti. Su Adamı'ndan sonra bunları da okumak için çok heveslendim, kitaplara ulaşınca hemen okuyacağım sanırım. (Kitaplara hemen ulaşamıyorum çünkü 2,5 yıldır kitaplığımın büyük bir kısmı Eskişehir'de, ben İstanbul'dayım. Eskişehir'e her gittiğimde bavul ticareti yapar gibi sinsice 8-10 kitap dolduruyorum valizime, öyle dönüyorum. Ama İstanbul'da yeterli yerimiz olmadığı için kendimi dizginlemem gerekiyor. Keşke burada kocaman bir eve geçsek de kocaman kitaplık yapsak.) (Buraya kadar olan kısmı 2-3 ay önce yazmıştım, sonra bu yazıyı bir türlü bitiremedim. Belyaev'in diğer kitaplarını İstanbul'a getirdim, bakalım ne zaman okuyacağım.)

Yazarımız Rus ama olaylar Güney Amerika'nın sıcak sularında geçiyor. İnci avcılarını taşıyan bir tekne, gecenin sessizliğinde güvertede uyuyan avcılar, açgözlü patron Zurita, ünlü inci avcısı Baltasar ve "deniz şeytanı." Geceleri uzaktan sesi duyulan, birilerine zarar verip saldıran, başka birilerini tehlikeli kazalardan kurtaran bir yaratık. Yaşlı yerlilere göre deniz tanrısı, Katolik rahiplere göre ise halk dinden uzaklaştığı için ortaya çıkan Şeytan'ın ta kendisi.

Bu deniz şeytanı meselesi öyle büyüyor ki, işin içine hükümet giriyor, emniyet giriyor, bir bilim heyeti kuruluyor ve bu heyet laf kalabalığı dolu bir açıklama yaparak insanları sakinleştirmeye çalışıyor. Zurita ise bu yaratığı ele geçirmek ve inci toplamak üzere evcilleştirmek için karmaşık planlar yapmaya başlıyor. Sonra, işte, olaylar gelişiyor... Su Adamı, Jules Verne tadı verdiği kadar Doktor Moreau'nun Adası'nı da çağrıştırıyor. Salvator adlı, gizemli bir doktor çıkıyor ortaya. Kalın duvarlarla çevrili arazisinden çıkmadan yaşayan bu doktor, her türlü musibeti iyileştirebiliyor.
"Diyorlar ki, her şeye kudreti yetiyormuş. Mucizeler yaratabiliyormuş. Ölümü ve yaşamı parmaklarının ucunda tutuyormuş. Topallar için yeni, canlı bacaklar yapıyormuş, körlere kartal gibi keskin gözler veriyormuş, hatta ölüleri bile canlandırabiliyormuş!"
Kitapta dinle ve yaradılışla ilgili, evrimle ilgili şahane kısımlar var. Burada aktarırsam spoiler olur, o yüzden bu kadarını söyleyip geçiyorum. Su Adamı'nı çok sevdim, henüz okumadıysanız şiddetle öneriyorum. Daha detaylı bir değerlendirme ve yorum, benim yapabileceğimden çok daha başarılı bir biçimde Kayıp Rıhtım'da yapılmıştı zaten.

* Kitaba başladığımda bir dalış teknesinde, Ayvalık açıklarında bir yerlerdeydik. Yol arkadaşlarım deniz altında gezinirken ben ayaklarımı uzatıp bu deniz romanını okuyordum. Bu keyfe aracılık ettikleri için Yoma Dalış'a ve tam da bu seyahat sırasında çektiği fotoğrafları benimle paylaşan Murat Cantaş'a teşekkür etmem lazım. Yazının başında gördüğünüz su altı fotoğrafı ona ait, kitabımı deniz altına göndermeye kıyamadığım için (ve Murat'a, "Şu kitabı su geçirmez torbaya koyup aşağıda birkaç fotoğrafını çeker misin?" demeye utandığım için) kapağın fotoğrafını sonradan çekip Photoshop'ta ekledim.

** Geleneksel yıl sonu yazımı yazma zamanı geldi ama hiç canım istemiyor. Yazmayacağım.

29 Kasım 2019

Buraya kişisel şeyler yazmıyorum genellikle. Yıllar içinde birkaç tane yazdıysam da sonra sildim/kaldırdım onları. Şimdi çok kişisel bir yazı yazacağım çünkü bunu yapmazsam bloga geri dönemeyecekmişim gibi geliyor.

Annem öldü.

Bunu daha açık, daha kısa, daha net ifade edemem. İki hafta oluyor ve ben bu iki haftayı tek bir satır kitap okumadan, işim için bir dosya bile açmadan geçirdim. Bir hafta Eskişehir'de ailemle kaldım, babamın ısrarı ve "günlük rutinimize dönmemiz gerekiyor; ben köye gideceğim, sen de İstanbul'a," demesi üzerine İstanbul'a döndüm. Evden çıkmak istemiyorum ama ara sıra çıkıyorum. Yemek yapmak istemiyorum, yemek yemeyi erteliyorum ama acıkıyorum. Bütün gün yatıp daha önce on kere izlediğim dizileri tekrar izliyorum. Annemi aramak isteyince teyzemi ya da ablamı (teyzemin kızını) arıyorum. Bu yazıyı yazıyorum çünkü kitap okumaya, kitaplardan bahsetmeye, burada yarım bıraktığım yazılarımı bitirmeye dönmem gerekiyor. O yüzden, şu tuhaf 2019'dan bahsedip içimi dökeceğim.

Mayıs başında anneannemi yoğun bakıma yatırdık, bilinci kapandı. Ağustosun ilk günlerinde anneannemi kaybettik. İki hafta sonra da Can'ın babaannesini. O aradaki iki hafta içinde, geniş ailemizden iki yaşlı hanımı daha kaybettik. Sonra eylül geldi, Can'la ben evlendik. Biz evlendikten iki ay sonra da, ortada hiçbir şey yokken, bir anda annemin kalbi durdu. Canı acımadan, çırpınmadan, yıpranmadan, uykusunda öylece gitti. Ama çok erken gitti.

İki yıldır her Eskişehir ziyaretimden sonra İstanbul'a dönerken, o ziyaretin anneannemi son görüşüm olabileceğini biliyordum. Ama benim nikâhımdan iki hafta sonra babam ve halamla İstanbul'a gelip birkaç saat durup gittiğinde annemi son kez gördüğümü hiç düşünmemiştim. 10 Kasım'da telefonla konuştuktan sonra, biraz hastayım ve telefonda bunu fark ettiğinde endişelenir diye bütün hafta içi annemi aramadığımda annemle son kez konuştuğumu bilmiyordum. 15 Kasım'da, "Kaç gündür konuşmadık, şimdi de geç oldu, yarın arayayım," diye düşündüm. Ertesi gün ben annemi arayamadan yeğenim beni aradı. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi, Eskişehir'e kadar olan yolu nasıl atlattığımı anlatabilmem mümkün değil. Her şey bir sis tabakasının ardında, her şey yavaşlatılmış ve bir tür rüya gibi, gerçek dışı. Yavaş yavaş o sis kalkıyor ve her şey normalleşecek, biliyorum.

Bu da benim normalleşme adımlarımdan biriydi. Yarım kalan yazılarımı yavaş yavaş tamamlayıp geri geleceğim.

31 Ekim 2019

Büyünün Rengi (Diskdünya 1, Rincewind 1)


Büyünün Rengi - The Colour of Magic
Terry Pratchett
Çeviren: Niran Elçi
Delidolu Yayınları
Mart 2015 (1. basım)
237 sayfa

Diskdünya'dan bahsedilince elim ayağım titriyor, tansiyonum hafifçe yükseliyor, ehem hem diye konuyu değiştirmeye çalışıyorum. Çünkü, hadi daha önce okumadım, Delidolu 2015'ten beri kitapları sıra sıra basıyor, ben hâlâ okumuyorum. Resmen terbiyesizlik... Bir de kırktan fazla roman var, bu romanların hangi sırayla okunacağı var. Yayımlanma sırasıyla mı okuyalım, alt serileri mi takip edelim, ne yapalım biz? Bir yandan Caner, "Okuyun şunları da hakkında konuşalım," diye dürtüyor, okumadım deyince üzülüyor. Caner selam, bak, ilk kitabı bitirdim!

Delidolu seriyi yayımlamaya devam ediyor bu arada, son iki yıldır biriktirip 7-8 Diskdünya kitabını bir anda alıyorum, çok keyifli. Geçen hafta Eganba'da güzel indirim yakaladım, bütün eksiklerimi tamamladım yine. Büyünün Rengi'nin çevirisi de, sevgili Yosun'un elinden çıkan editörlüğü de gayet güzeldi, bütün seri böyle devam etmiştir umarım.

Büyünün Rengi hem Pratchett'in yazdığı ilk Diskdünya romanı, hem de her türlü okuma listesinde önerilen başlangıç kitabı. Ve benim bu kitabı bitirmem AYLAR sürdü. Bir ara pes ettim, başka başka kitaplar okudum, sonra artık aklımın bir köşesinde kalmasın diye alıp devam ettim ve kitabın son yarısının başından çok daha rahat aktığını fark ettim. Söylentilere bakılırsa bu kitap akmıyor diye seriye devam etmemek büyük hata olurmuş, sonrası çok daha güzelmiş. Ben de buna güvenip seriye devam edeceğim elbette. Yavaş yavaş. Zamanla. Olur elbet. Bir gün.

Kaynak: Discworld By Nicolsche

Büyünün Rengi, büyük kaplumbağa A'Tuin'i anlatarak başlıyor. Çünkü biliyorsunuz, A'Tuin sırtında dört fil taşıyor, bu filler de sırtlarında Diskdünya'yı taşıyorlar; uzay boşluğunda böyle süzülüp gidiyorlar.

Bir yangın çıkıyor, beceriksiz bir büyücü yangından canını zor kurtarıyor, sonra tuhaf bir turiste rehberlik yapmaya başlıyor ve... Sonra işte bu ikisinin maceralarını okuyoruz. Pratchett'in alabildiğine İngiliz olan mizahı çok da ortada değil, bir kısmı da çeviride kayboluyor sanırım ama yine de olmadık yerlerde "Pıhı!" diye güldürüyor. Fark ettiğiniz üzere kitabı çok sevdiğim söylenemez, bir de bitirmem aylar aldığı için başını hatırlamıyorum, o yüzden daha ne yazsam diye lafı geveleyip duruyorum. Eğer sonraki kitaplarda da aynı hissi alırsam çok kızacağım!

25 Ekim 2019

Fantastes (Unutulmuş Fantastik Klasikler 1)



Fantastes - Phantastes
George MacDonald
Çeviren: Melisa Pancar
Şiir ve şarkı çevirileri: Alican Saygı Ortanca
İthaki Yayınları
Eylül 2019 (1. basım)
256 sayfa

İthaki, Bilimkurgu Klasikleri'nden sonra çok daha idealist bir işe kalkıştı: Unutulmuş Fantastik Klasikler. Tolkien öncülü fantastik kurgu yazarlarının eserlerinden oluşan seri toplam on kitap, kısıtlı bir zaman dilimini içerdiği için seri ilk planlandığı hâliyle basılıp bitecekmiş. Bütün bunları Alican kitabın öncesinde yer verdikleri Editörün Sunuşu'nda anlatıyor. Sonra da C. S. Lewis'in önsözü geliyor, "bu kitabın hayal gücünü dönüştürdüğünü hatta vaftiz ettiğini" söylüyor.

Fantastes ilk kez 1850'lerde yayımlanmış bir masal, yetişkinler için yazılmış. 21 yaşını doldurup babasından kalan mirasa erişebilince eski bir yazı masasının anahtarına sahip olan ve bu masayı kurcalarken bir peri ile karşılaşan Anodos'un anlatımından okuyoruz bütün kitabı.
Ben, unutulmanın kanununa sessizce tanıklık eden bu eşyalara dokunmaya neredeyse korkarak, sandalyemde arkaya yaslanmış bir şekilde dikkatle bölmeyi incelerken; küçücük bir kadının, bir anda canlanan küçük bir Yunan heykeline benzeyen mükemmel sureti, derinliklerinden fırlayıp çıkmış gibi küçük bölmenin eşiğinde belirdi. Boynu örgüden bir şeritle çevrilmiş, beline bir kemer iliştirilmiş, ayaklarına kadar uzanan elbisesi hiçbir zaman demode olmayacak türden, sıradan bir elbiseydi. Ancak elbisesini fark ettikten sonra şaşkınlığımın, gözlerimin önünde küçük bir kadının cisimlenmesine verilmesi beklenen tepkinin yakınından bile geçmediğinin farkına varabildim.
Bu küçük kadın, Anodos'a Periler Diyarı'na giden yolu bulacağını söylüyor ve ortadan kayboluyor. Anodos ertesi sabah yatağından kalkınca kendini bu büyülü diyarda buluyor ve şiirlerle şarkılarla süslü, karmakarışık bir maceraya atılıyor. Çiçeklerde yaşayan periler, konuşan ağaçlar, gizemli insanlar...

Kitabın bence en güzel yanı şu, bazı diğer masallar, fantazyalar gibi kör kör parmağım gözüne bir alegori yok, daha üstü kapalı, daha minnoş bir sembolizmle, ara sıra biraz dağılıp sonra tekrar toparlanarak ilerliyor kitap. (Evet, sembolizme minnoş dedim, what can i do sometimes?) Çok ilginç bir seri için, çok güzel bir başlangıç olmuş bu kitap. "İnanılmaz bir edebiyat zevki" olduğunu iddia demem ama çok keyifle okunuyor.

13 Ekim 2019

Kadınlar Ülkesi

 
Kadınlar Ülkesi - Herland
Charlotte Perkins Gilman
Çeviren: Sevda Deniz Karali
İthaki Yayınları
Kasım 2018 (1. basım)
209 sayfa

Kadınlar Ülkesi, Bilimkurgu Klasikleri serisinin otuz dokuzuncu kitabı. İlk kez 1915'te yayımlanmış ve hemen başta belirtmek gerekir, toplumsal açıdan geçerliğini (ne mutlu ki) epeyce yitirmiş ancak feminist yazının nerelerden geldiğini hatırlamak için okunması gerekir diye düşünüyorum.

Adından belli, elimizde bir kadın ülkesi var ama bu, bizim bildiğimiz Amazonlar gibi anaerkil bir toplum falan değil, her nasılsa eşeysiz üremeyi başarmış ve aralarında hiç erkek bulunmayan bir toplum. Yani, bence de çok sıkıcı evet... Ama bu kadınlar da bunu keyiflerinden yapmamışlar, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeki ülkelerine düşmanlar saldırıp erkekleri savaşa gidince, ülkelerine açılan doğal geçit de bu arada kapanınca kadın başlarına kalmışlar. Yavaş yavaş ölmeye ve sayıları azalmaya başlamışken içlerinden biri bir mucize eseri hamile kalmış (yok vallahi, kıyıda köşede saklı bir erkek yok ülkede) ve bir kız doğurmuş. Partenogenez (yani döllenmesiz) üreyen bu tek kadının kızları da aynı yolla çoğalmaya başlamışlar ve böylece Kadınlar Ülkesi, tamamı birbirinin akrabası olan sakinleriyle, kendi küçük ve gizli dünyasında yaşamaya devam etmiş. Fakat bu gizli ülke hakkında bazı söylentiler, yakın coğrafyalardaki yerli halklar arasında gezinirmiş.

Böylece, bir gün bir keşif gezisine çıkan Terry O. Nicholson (parasını nereye harcayacağını şaşırmış, zengin bir genç), Jeff Margrave (bilim aşkı hiç sönmeyen bir doktor) ve anlatıcımız Vandyck Jennings (bilime meraklı bir sosyolog) sadece kadınların yaşadığı bu gizemli ülke ile ilgili söylentileri duyunca "Hadi lan!" diyerek işin aslını öğrenmeye karar veriyorlar. (Ve olaylar gelişir...)
 
Gerçek bir Casanova olan Terry, elbette erkek hasreti çeken bu kadınların arasında çok mutlu zamanlar geçireceğine eminmiş ama o iş öyle değil tabii. Kadınlar Ülkesi'ni bulduklarında bir grup kadın da bunları buluyor ve erkeklerimiz önce bir odada tutsak ediliyorlar, kadınların dilini öğrenmeye başlayınca da hem bu ülke ve yaşamları hakkında eğitiliyorlar hem de kadınlara kendi hayatlarını anlatıp öğretiyorlar.
Onlara yaklaşımımızda bizi en çok şaşırtan şey ise herhangi bir cinsiyet gelenekleri olmamasıydı, neyin "erkeksi" neyin "kadınsı" olduğuna dair kabul edilmiş hiçbir standartları yoktu.

Jeff, Celis'in elindeki meyve sepetini alırken "Bir kadın ağır şeyler taşımamalıdır," deyince kız yüzünde gerçek bir şaşkınlık ifadesiyle "Neden?" diye sormuştu. Tabii ki Jeff bu çevik, iri yapılı genç ormancının yüzüne bakıp da, "Çünkü kadınlar daha güçsüzdür," diyememişti, zira bu kız güçsüz falan değildi. Bir yarış atına, sırf yük atına benzemiyor diye güçsüz denir mi?
Kitap âdeta Gulliver'ın Gezileri. Gilman, döneminin kocaman cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili rahatsız olduğu ne varsa, Kadınlar Ülkesi'nin coğrafyasına sığınarak hepsini sırayla anlatmış. Dinden bahsetmiş, sonsuzluktan bahsetmiş, geleneklerden bahsetmiş.
"Geçmişe hiç saygınız yok mu? Ata annelerinizin düşündüklerine ya da inandıklarına?"
"Elbette hayır," dedi. "Neden olsun ki? Onlar çoktan gitti. Ayrıca bizim bildiğimizden daha az şey biliyorlardı. Eğer geçmişimizin ötesine geçememişsek ona layık değilizdir; ve bizleri geçmesi gereken çocuklarımıza da layık olamayız."
Adamlardan biri, iki sayfa boyunca bir zavallı kadıncağıza ölümden sonraki "sonsuz yaşam"ı anlatıyor, ölümsüzlüğün ne kadar da şahane olduğuna ikna etmeye çalışıyor ama kadın ikna olmuyor. Sanırım kitapta en çok burayı okurken eğlendim. Tamamını tabii ki burada alıntılamayacağım, kendiniz okuyun!

Kitapla ilgili en rahatsız olduğum nokta ise, böyle bir eşitlik, cinsiyetsizlik savunusunun ortasında hâlâ anneliğin kutsal tutulması oldu. Bir de kitabın çevirisinde Türkçenin eksik kaldığı bir yer var. Orijinalinde "ancestors" olduğunu tahmin ettiğim sözcük kitap boyunca "ata" hatta "ata anne" diye çevrilmiş ve ben bu sözcüğü gördükçe Türkçede bunun cinsiyetsiz bir karşılığı yok diye çok üzüldüm. Çeviren ben olsaydım "ninelerimiz" diye kullanmaya kalkışırdım, belki Alican'ı ve Emre'yi bile ikna ederdim, kim bilir.

26 Ağustos 2019

Safsatalar: Aklın Kırk Haramisi


Safsatalar: Aklın Kırk Haramisi
Tevfik Uyar
Destek Yayınları
Mart 2019 (1. basım)
256 sayfa

Hani ad hominem vardır, argumentum ad personam vardır, bunlara benzeyen başka başka Latince terimler vardır, bildiniz mi? Bir kısmını bildiğinize eminim. Ben bir kısmını biliyordum ama ya isimlerini karıştırıyor ya da bildiğim şeye isim uyduramıyordum. İşte, Tevfik Uyar'ın kitabı bu sorunu ortadan kaldırıyor. Safsataları, yani "hatalı akıl yürütme" yollarını listeliyor, güzelce açıklıyor. Bunu yapan ilk kaynak değil, bunu yapan ilk Türkçe kaynak da değil ama kitaplıkta bulundurmak için güzel bir kaynak. Baştan sona yavaş yavaş okumak isteyenler için de gayet uygun.

Kitapta (yanlış hatırlamıyorsam hepsi daha önce literatüre girmiş) kırk adet safsata var. Hepsi için birkaç diyalog örneği, açıklama ve o safsataya nasıl savunma geliştirileceğini içeren bölümlere ayrılmış kitap. Adam karalama ile başlıyor, cımbızlama safsatası ile devam ediyor, safsata safsatası (evet...) ile bitiyor.

Kitaptaki bilgileri birçok yerde bulabilirsiniz, Tevfik Uyar da kaynakçayı eklemiş zaten eserinin sonuna ama derli toplu bir kaynak olarak ben çok sevdim. Kitaplığımdaki varlığına mutlu olduğum kitaplardan biri oldu bu. Kitaptan birkaç safsata örneği verip gideyim ben.

(Cımbızlama safsatası)
- Türkiye siyasetinde kadınlara yer vermiyorlarmış da, falan da filan da... İşleri güçleri eleştirmek. Oysa bizim kadın başbakanımız bile oldu.

(İstisna safsatası)
- Ben hiçbir zaman dedikodu yapmam.
- Yahu daha geçen Ayten Hanımların dedikodusunu yapıyordun?
- O özel bir meseleydi, o günlük yaptım. Yoksa işim olmaz.

(Yanlış ikilem -siyah beyaz- safsatası)
- Yüklenme bu kadar çocuğa. İstediği mesleği kendi seçsin.
- Doktor olmasın da serseri mi olsun?

27 Haziran 2019

Harry Potter ve Lanetli Çocuk


Harry Potter ve Lanetli Çocuk - Harry Potter and the Cursed Child
J.K. Rowling, John Tiffany, Jack Thorne
Çevirenler: Sevin Okyay, Kutlukhan Kutlu
Yapı Kredi Yayınları
Kasım 2016 (1. basım)
359 sayfa

Uzun zamandır bir oturuşta 15-20 sayfadan fazla okuduğum olmamıştı. Lanetli Çocuk bu laneti kırdı, köyde geçirdiğim bir bayram akşamında neredeyse 150 sayfa okudum. Ertesi gün de kitap bitti zaten. Harry Potter'a ihtiyacım varmış. (Bu vesileyle, bana Harry Potter temalı doğum günü hediyeleri alan ve iki yıllık tanışıklığımız boyunca ilk kez çocuk gibi kıkırdayıp el çırparak sevinmeme şahit olan Hande ve Tunç'u anmak isterim. Fotoğrafta gördüğünüz harita ve asa onların hediyesi.)

Ön not: Bu yazı minik minik spoilerlar içerebilir.

Bu kitabı çok beğenen pek kimse yok sanırım. Potterhead olarak andığımız grubun bir kısmı Lanetli Çocuk'u canon'a dahil saymıyorlar. Kitabı sevenler azınlıkta kalmış gibi geliyor bana. Ben tam ortada kaldım. Kitabı çok sevdim çünkü Potter evrenini özlemişim, çünkü zaman yolculuğu konusunu hep severim, çünkü ergenliklerini onlarla beraber yaşadığım karakterlerin yetişkin hâllerini okumak keyifliydi. Ama kitabı pek sevmedim çünkü bu bir tiyatro metni, tamamen diyaloglarla ilerliyor ve dolayısıyla (normal olarak) bir romanın verebileceği derinlikten yoksun ve sanki bir şeyler eksik, serinin popülaritesini sağmak için üretilmiş gibi ("Zaten öyle!" diyenler olacak, biliyorum).

Sahne, Ölüm Yadigârları'nın bittiği yerde açılıyor. Harry ve Ginny üç çocuklarıyla, Hermione ve Ron da kızlarıyla King's Cross'talar ve çocuklar Hogwarts Ekspresi'ne binmek üzereler. Harry'nin küçük oğlu Albus Severus, "ya Slytherin'e seçilirsem" diye korkuyor, Harry, "senin adını aldığın iki büyük büyücü..." diye bik bik ediyor. (Takıntılı âşık ve gerçek bir bully olan Snape'in bu kadar sevilmesini hiç anlamıyorum, Harry'nin oğlunun adını Albus Severus koymasından da hiç hoşnut değilim.) Trene binip okula giderken Albus, Draco Malfoy'un oğlu Scorpius'la tanışıyor ve ikisi çok iyi anlaşıyorlar (adeta Ron ve Harry gibi).

Albus ve Harry anlaşamıyorlar. Albus kimsenin kendisini anlamadığını, çok yalnız olduğunu, hayattaki tek dostunun Scorpius olduğunu düşünürken Harry de iyi bir baba olamadığını ve oğluyla birbirlerini asla anlamayacaklarını düşünüyor. Derken... Amos Diggory ortaya çıkıyor, Cedric'in ölümü için Harry'yi suçluyor; bunu gizlice dinleyen Albus, yasadışı bir zaman döndürücüyü ele geçirip Cedric'in ölümünü engellemeye kalkışıyor.

ALBUS
Güzel. Üçüncü soru. Cedric'in ölmesine gerek var mıydı? Kolay soru, kolay cevap: Hayır. Voldemort'un ağzından çıkan sözler, "fazlalığı öldürün" idi. Fazlalık. Sırf babamla beraber olduğu için ve babam onu kurtaramadığı için öldü. Ama biz kurtarabiliriz. Bir yanlışlık yapıldı ve biz onu düzelteceğiz. Bir Zaman Döndürücü kullanacağız. Onu geri getireceğiz.
SCORPIUS
Albus, çok bariz nedenlerden dolayı, Zaman Döndürücü'lere pek bayılmıyorum...

Olaylar bundan sonra çok karışıyor, yeni ve şaşırtıcı karakterler mevzuya dahil oluyor. Zaman yolculuğunun (daha önce birçok yazar ve senarist tarafından kurcalanan) sorunları Rowling tarafından kurcalanıyor, olaylar karışıyor, her şey birbirine giriyor, sonra güzelce çözülüyor.

Tekrar edeceğim, kitapta bir Harry Potter romanı tadı yok. Ama bu evreni özlediyseniz okumaktan çekinmeyin. Ben keyifle okudum ve bir gün mümkün olursa sahnede izlemeyi de çok isterim.

16 Haziran 2019

Doctor Who: Dehşet Ağı


Doctor Who: Dehşet Ağı - The Crawling Terror
Mike Tucker
Çeviren: Nazlı Saltan
İthaki Yayınları
Aralık 2015 (1. basım)
192 sayfa

Dehşet Ağı'nın kapağında TARDIS'e dolanmış örümcek ağları ve kocaman bir örümcek var. O yüzden bu kitabı okumayı sürekli erteliyordum çünkü örümceklerle karşılaşınca verdiğim tepki zavallı Ron Weasley'ye epey benziyor. Sonunda geçenlerde cesaretimi topladım, trende okumak üzere yanıma aldım. Sonra da şuncacık kitabı on beş günde bitirdim. Gerçi yine iyi, hiç olmazsa bitirdim. Başlayıp başlayıp yarım bıraktığım kitaplar giderek çoğalıyor, bakalım sonum ne olacak.

Dehşet Ağı'nda, kapağında da gördüğünüz üzere 12. Doktor ve Clara var. Clara her zamanki ebleh bakışlarıyla kapağın köşesinde yerini almış. Çok özür dilerim, Clara nefretim dışıma taşıyor ama bir dizideki bir karakteri ancak bu kadar sevmeyebilirim sanırım. Öyle böyle değil, hiç sevmiyorum. Neyse ki kitabı okurken sürekli gözümün önünde canlanmıyor, daha katlanılabilir bir hâl alıyor böylece. Neyse.

Doktor ve Clara, kendilerini İngiltere'nin kırlarında, Wiltshire denen ufacık bir kasabada buluyorlar. Bir ley hattı bozulmuş, kasabada haddinden fazla büyümüş börtü böcekler görünür olmuş; bir de taş çember var, Stonehenge gibi ama daha küçük, yerel. Böcekler insanları öldürmeye başlıyor, Opera'nın Hayaleti gibi maskeyle gezen gizemli bir biliminsanı tuhaf işler yapıyor, İkinci Dünya Savaşı gazisi bir adamcağız bir şeylerden çok korkuyor, ordu desteğe geliyor; Doktor (12. Doktor'dan bekleneceği üzere) askerlerden hiç hoşlanmıyor. Elbette, mevzuyu yerinde görmek lazım diye TARDIS'e atladığı gibi İkinci Dünya Savaşı'na gidiyor, geçmişte neler olduğunu öğreniyor. Böcekler var, uzaylılar var. Hareketli bir Doctor Who bölümünden beklediğiniz ne varsa hepsi var.
Bir kadın ve bir erkeğin ona doğru yürüdüğünü fark ettiğinde tepsiyi arabasının bagajına yüklüyordu.
"Günaydın." Adamın sesinde İskoç bir tını vardı.
Angela dikkatlice yığının üstüne bir örtü serdi.
"Günaydın."
"Köyde bir polis merkezi var mı?"
"Hayır. En yakındaki Wyndham'da. Ama Charlie Bevan, yerel polis memuru, bu yeşilliğin karşısında yaşıyor." Angela kaşlarını çattı. "Her şey yolunda mı? Bir kaza mı oldu?"
"Tam olarak değil..." Adamla kadın birbirine baktılar. "Küçük bir böcek probleminiz olabilir."
Angela yüzündeki kanın çekildiğini hissetti. "Ah, hayır. Lütfen onlardan daha fazla olduğunu söyleme."
Adamın gür kaşları sorgular biçimde kalktı. "Daha fazla mı?"
"Şuna bir baksanız iyi olur." Angela çelik tepsi üzerinden örtüyü kaldırdı. "Daha büyük bir böcek göreceğinizi hiç sanmıyorum."
Mevzu geniş, konu yer yer üçe bölünüyor, karakterler çok kalabalık ama sonunda her şey güzelce birbirine bağlanıp çözülüyor.Çeviri ve editörlük çok özenli değil, yine de okunuyor. Şahane bir kitap mı? Pek değil. Tatilde ayaklarını uzatıp okunacak bir kitap mı? Kesinlikle. Doctor Who özlediyseniz ve bu kitabı henüz okumadıysanız tam da şu sıralar okunur bence.

4 Ocak 2019

Stephen Hawking Herkül'ü Döver


Stephen Hawking Herkül'ü Döver
Yalvaç Ural
Yapı Kredi Yayınları
Temmuz 2017 (5. baskı)
113 sayfa

Demir Konsey'i okumayı beceremeyince çocuk kitaplarına sığındım. Geçen yıl TÜYAP Kitap Fuarı'nda alıp imzalattığım Stephen Hawking Herkül'ü Döver'i okudum. Böylece, 2018'de keyfim için okuduğum son kitap bu oldu. Bence güzel oldu, daha fazla okuyabilsem iyiydi tabii.

Kitap iki üç sayfalık bölümlerden oluşuyor, Yalvaç Ural anılarını fıkralarla, öğütlerle, hikâyelerle harmanlamış, birkaç şiirini de ekleyip o sevimli diliyle anlatmış. YKY'deki sayfasına göre 9-12 yaş için bir kitap bu. Bence otuzundan sonra okumak da gayet keyifli, orası ayrı, fakat bu yaş grubundaki çocuklar için Yalvaç Ural kitaplarının şahane bir hediye olacağına eminim.

2 Ocak 2019

(Yılbaşı ile ilgili komikli şakalı başlık)


2014'ten beri sektirmeden yazdığım yıl sonu yazısını da ihmal ettim bu yıl. Çünkü üşendim, çünkü kitaplar konusunda kendimden memnun değilim, çünkü yazacak pek bir şeyim yok. Bir yılın bitip diğerinin başlamasına karşı tavrımı da yukarıdaki fotoğrafta görüyorsunuz. Yine de, geç de olsa, bir yıl sonu/başı yazısı yazmadan olmaz, değil mi?

2018'de kendime otuz kitaplık, gayet mütevazı bir hedef koymuştum. Peki ne oldu: On beş kitap okudum, iki kitabı da yarım bıraktım ve bloga sadece dokuz yazı yazabildim. Ama yine okuyamayacağım kadar çok kitap aldım.

Demir Konsey'i yarım bıraktığımı anlatmıştım, arkasından "Beni Bradbury paklar," diyerek Karahindiba Şarabı'nı okumaya başladım ama onu da bitiremedim. Bir buçuk aydır bir kenarda duruyor ama "bunu da okuyamadım" diye yeni bir yazı yazmaya utandım. Bir de çocuk kitabı okudum, onunla ilgili yazı yazdım ama kitabın fotoğrafını bir türlü çekemediğim için yazıyı paylaşamıyorum. Halledeceğim onu da.

2018'de az okudum ama okuduğum kitapların hepsini sevdim. Özellikle de Flowers for Algernon'u. Dune'a devam ettim, geriye bir tane kitap kaldı ama seri bitmesin istediğim için okuyamıyorum. (Sonradan yazılan kitapları seriye dahil saymıyorum.) Knausgaard okudum, Kavgam serisini yarıladım böylece. Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri'ni iyi ki aldım, geç kalmadım diye sevindim.

Her yıl, istediğim kadar okuyamadım diye üzülüyorum ve bir sonraki yıl daha çok okumaya karar veriyorum. Sonra daha da az okuyorum. Bu yıl da kararım aynı, daha fazla okuyacağım! Telefonumun "Günde kaç saatini bana harcıyorsun" konulu raporlarına baktıkça kendime kızıyorum. Telefonla ilişkimi mesafeli bir hâle getirip o zamanı kitaplara geri vermem lazım. Kısfmet.

Bol okumalı, telefonda daha az oyalanmalı ve çok güzel kitaplı bir 2019 olsun!