21 Kasım 2016

Doctor Who: Savaş Makineleri / TÜYAP özeti


Savaş Makineleri - Engines of War
George Mann 
Çeviren: Aslı Dağlı
İthaki Yayınları
Mayıs 2016 (1. Basım)
277 sayfa

Okuma hızımdaki düşüşü durdurmak için, keyifle okuyacağımdan emin olduğum bir kitap seçmek istedim ve elbette Savaş Doktoru’nun kitabını okumaya karar verdim. Böylece İthaki’nin Doctor Who kitaplarından okumadığım sadece Dehşet Ağı kaldı, onu da okumaya cesaret edemiyorum çünkü kitabı açınca içinden örümcekler fırlayacakmış gibi geliyor. Kitabın içinden örümcekler ve örümcek ağları fırlamasını istemiyorum. Savaş Doktoru iyi, güzel, örümceksiz. Dalekli ama örümceksiz.

Christopher Eccleston, Doctor Who’nun 50. yıl özel bölümünde rol almayı reddedince (hâlâ büyük bir hayal kırıklığıdır benim için, ama Moffat’la çalışmak istememesini de anlıyorum tabii,) Eccleston’un yerini alan John Hurt’ün canlandırdığı Savaş Doktoru ile tanıştık. Bu kitapta da, bir tek bölümcük izleyebildiğimiz Savaş Doktoru’nun, Büyük Zaman Savaşı sırasındaki maceralarından birini okuyoruz.

Olaylar Moldox gezegeninde başlıyor; Tantalus Spirali adlı sarmal galakside, insan kolonilerinin yerleştiği onlarca gezegenden biri ve şu anda Dalek istilası altında. Gezegendeki insanların çoğu Daleklerin elinde ölmüş, bir kısmı Dalek kamplarında tutuluyor ve ölümden beter dertleri var, çok az insan ise gizli kamplarda yaşayıp Daleklere karşı savaşıyorlar. Bu direnişçilerden biri olan Cinder, bir arkadaşıyla beraber Dalek devriyelerine tuzak kurmuş, gelmelerini bekliyor. Dalekler geliyor ama Cinder’ın arkadaşı ölüyor, aslında varlığı tamamen siliniyor, aynen Beşinci Sezon’da Rory’ye olduğu gibi. Dalekler zamansal radyasyonu kontrol etmeyi başarmışlar ve insanların ya da Zaman Lordlarının ya da bütün bir gezegenin varlığını silebilecek bir teknoloji geliştiriyorlar. Bu sırada Doktor da Moldox’a, Cinder’ın yakınında bir yere TARDIS’le iniyor, daha doğrusu çarpıyor ve yolun bundan sonrasına beraber devam ediyorlar.

Kitabın devamını pek fazla anlatmasam daha iyi olacak, aksiyon dolu ve heyecanlı bir Doctor Who bölümü gibi işte. Üstelik Gallifrey’e de gidiyoruz, Rassilon’la ve Yüksek Konsey üyeleriyle tek tek tanışıyoruz, Doktor birçok insanı çok sinirlendiriyor, Cinder başını belaya sokuyor ama Doktor’a faydalı da oluyor…
“Bunun gibi zamanlarda,” dedi Doktor, “en iyi yolun, ön kapıyı kullanmak olduğunu düşünüyorum.”
“Ön kapı mı? Cidden oraya kadar yürüyüp kapının kolunu zorlamayacaksın, değil mi?” dedi Cinder. Adamın naif mi, özgüvenli mi yoksa tehlike arz edecek kadar pervasız mı olduğuna karar veremiyordu. Ayrıca Dalek uzay araçlarının kapısı olup olmadığından da emin değildi.
“Kesinlikle,” diye yanıtladı Doktor. “Genellikle işimi görür.” Kubbeye doğru hızlı adımlarla yürümeye koyuldu.
Savaş Doktoru’nu çok kısa gördüğümüz için (çizgi romanlarını da okumadım ben) yeni maceralarına hep açığım. Bu kitap da hem bunun için, hem de Doktor’un Zaman Savaşı sırasında neler karıştırdığını anlatıp The Day of the Doctor’a giden yolu aydınlattığı için gayet iyi geldi. Anlatım güzel, Aslı Dağlı’nın çevirisi çok güzel, ufacık minicik yazım hataları var ama o kadar kusur bende de var zaten, kadı kızı kimmiş! Kısaca, Doctor Who izliyor ve seviyorsanız bu kitabı da keyifle okursunuz diye düşünüyorum.
***


Bu arada bir de TÜYAP Kitap Fuarı'na gittim. Şöyle dolu dolu, bilgilendirici, eğlendirici ve şahane bir blog yazısı yazmak isterdim ama yazamıyorum, çünkü fuar alanına yaklaşık iki saatte ulaştıktan sonra, içeride yarım saat geçirdik ve koşarak uzaklaştık. Yarım saat içinde on beş kitap toplayıp çıkmak ise kişisel başarım oldu!

Fuara cumartesi (ayın 19'unda) gittim, bu arada Eskişehir'de olan ve telefonla konuştuğum herkes "HABERLERDE GÖSTERDİLER O NASIL KALABALIK, SEN ORAYA NASIL GİRDİN?" dedi bana, çünkü normal şartlar altında, kalabalık yüzünden bizim semt pazarına bile girmeyi reddediyorum. Bütün nazımı çekip beni fuara götüren Volkan'ın koluna, annesini kaybetmekten korkan bir çocuk gibi yapıştım, böylece o kalabalığa girebildim. Dolayısıyla sakin sakin her yeri gezmek söz konusu bile değildi; hızlıca bir MonoKL, İthaki, DeliDolu turu yaptık, Metis'e, *Sel'e, YKY'ye hafifçe yaklaştık. YKY'den Lanetli Çocuk'u alacaktım ama kasa sırası var diye vazgeçtim. Sahafların bulunduğu yere hiç girmedik çünkü orada bütün irademi tüketecektim ve gece yarılarına kadar kimse beni oradan çıkaramazdı.

İthaki'den Bilimkurgu Klasikleri eksiklerimi tamamladım, şahane oldu. Ruhlar Kütüphanesi annemin siparişi, ben hâlâ Gölge Şehir'i okumadım ama o bitirdi, serinin sonunu bekliyordu heyecanla. Bir de Bioshock Rapture Şehri aldık, o Volkan'ın. Fakat bütün o kalabalık, sıcak ve uğultu beynimi tamamen durdurduğu için, Murat Dural'ın Kibrit Ev'ini ve Ann Leckie'nin Kudret'ini almayı unuttum! Liste yapmayınca böyle oluyor işte. Alican ve Ömer şahane indirim yaptılar, İthaki'den hoplaya zıplaya ayrıldım.

MonoKL'dan Çocukluk Adası'nı aldım, yanında Sabahtan Akşama, Öyle Şeyler ki ve Büyük Tanrı Pan hediye ettiler. Çünkü beni çok seviyorlar. <3

DeliDolu'dan Diskdünya eksiklerimi tamamlamak istedim, sadece Piramitler eksikmiş bende, onu aldım; bir de orada sohbet ettiğimiz çok sevimli adamın önerisiyle Saunders'in İkna Ulusu'nu aldım. Bir tomar ayraç ve kartpostalı da paketime eklediler, sonra fuar kalabalığından koşarak uzaklaştık. Öyle bir koşarak uzaklaştık ki, TÜYAP girişinde selfie çekmeyi bile akıl edemedim, bir ben eksik kaldım. :(

Fuarı bahane edip 3-4 gün İstanbul'da gezmek çok keyifli oldu fakat en önemlisi, Suat bana ASİMOV KAFASI YAPTI! (Nasıl?!) Kitaplığımda bir Asimov büstü var artık, bütün kitaplığı baştan toparlama vakti de geldiği için yakın zamanda Asimov'un boy boy fotoğraflarıyla süsleyeceğim bir "kitaplık düzenleme sanatı" yazısı yazabilirim sanırım. O zamana kadar, Isaac Kadıköy'de isimli çalışmamı paylaşıp sessizce uzaklaşıyorum ben.

12 Kasım 2016

Kayıp Kuşak


Kayıp Kuşak – Generation Loss
Elizabeth Hand
Çeviren: Efsun Ecem Üçkardeş
Altıkırkbeş Yayın
Ekim 2016 (1. basım)
344 sayfa

Kitabın arka kapağında şöyle diyor:
New York Polisinden Iggy Pop konserine, CBGB’nin ucube punklarından B-Filmlerine, fanzinlere, keçileri kaçırmış fotoğrafçılara kısacası geçmişe dair özlediğiniz ne varsa içinde bulabileceğiniz bu sıcacık roman, sizi çok farklı diyarlara götürecek.
Yani en yakındaki bara…
Arka kapak yazısını yazan kişiyle benim “sıcacık roman” anlayışlarımız çok farklı. Kayıp Kuşak’ı birçok sıfatla anlatabilirim ama hiçbiri “sıcacık” olmaz, aksine bence buz gibi soğuk bir roman bu. Ama çekici bir soğuk. Tuhaf.

1975 yılında liseden mezun olan ve New York’a yerleşen, üniversiteye başlasa da derslere gitmek yerine alkolle ve çeşit çeşit uyuşturucuyla, karmaşık ilişkilerle dolu bir dünyaya dalan fotoğrafçı Cassandra Neary, romanın esas karakteri. Punk’ın en hareketli zamanında yaşamış, Ölü Kızlar adlı fotoğraf sergisiyle New York’un sanat dünyasında ünlü olmuş ama bu ilk sergisinin başarısını asla tekrar yakalayamamış. Yaşı 50’ye yaklaşmış, hâlâ uyuşturucu bağımlısı ve artık bir kitapçının deposunda çalışıyor. Bir gün, bir arkadaşı diyor ki, ‘sana uygun bir iş var, bir müzik dergisi için gidip Aphrodite Kamestos’la röportaj yapar mısın?’ Kamestos 70 yaşlarında bir kadın, gençliğinde çok başarılı bir fotoğrafçıyken yaşlandıkça paranoyaklaşmış, çalışmalarını yayımlamayı bırakmış ve gidip Maine’deki küçük bir adaya yerleşmiş.

Cass’in gençliğini kısaca anlatarak başlayan roman, Maine’de bir otele, oradan Paswegas Adaları’na doğru, kiralık bir arabanın içinde, ilerliyor. Cass yolculuk boyunca tuhaf insanlarla tanışıyor ve ülkenin bu bölgesinde ne kadar çok kayıp ilanı olduğunu görüp şaşırıyor.
“Şu herif,” dedim, birkaç adım atıp solmuş kâğıtlardan birini aldım. “Martin Graves. Bunlardan her yerde görüyorum. Olayı ne bunun?”

Başımı yana çevirdim, nemden ve yıpranmışlıktan buruşmuş başka bir ilan kâğıdı daha gördüm. “Abi, hepsinin olayı ne?”

İkinci ilanı elimle düzleştirdim. Bu seferki, solgun yazılar arasındaki fotoğrafında saçı ve suratı çamur rengine açılmış, gülümseyen bir genç kızın renkli fotokopisiydi.

“Heather Pollitt,” diye okudum. “Ona ne oldu?”
Çeşit çeşit sıkıntıyla adaya ulaşan Cass, Aphrodite’in evini buluyor ve kadının bu röportaj hakkında hiçbir bilgisi olmadığını, yıllardır röportaj vermeyi reddettiğini öğreniyor. Yine de, Aphrodite’in eserlerini çok seven ve röportajı tamamlamak isteyen Cass oradan ayrılmıyor ve dergiye sunacak bir şeyler çıkarabileceğini umuyor.
En şahaneleri manzara fotoğraflarıydı. Adalar, dağlar; olanaksız bir güzelliği detaylandıran yoğun maviler, eflatunlar, morlar… Magritte’in elinden çıkmış bir manzara resmine benzeyen, aralıklı takımadalar: Tarifi ve telafisi zor. O yerlerin gerçek olmasını aklıma hayalime sığdıramıyordum.
Cass adada çeşit çeşit insanla tanışıyor, Aphrodite’in geçmişine ait bazı sırları öğreniyor ve roman ilerledikçe atmosfer karanlıklaşıyor. Bu karanlık kısımları anlatmayacağım, çok heyecanlı! Yalnız şunu söylemem lazım, uyuşturucu bağımlısı bir fotoğrafçıyla başlayan roman neredeyse bir polisiyeye dönüşüyor ve gerilim epey yükseliyor.

Kitapta karanlık oda ve analog fotoğrafla ilgili minik minik bölümler var, çok keyifle okudum bu bölümleri. Hatta karanlık oda hasretim depreşti, girsem de filmlerle, kâğıtlarla, kimyasallarla oynasam istedim. Kitabın çevirisi mükemmel diyemem ama kötü değil, düzeltmesini de Denizciğim ve ben beraber yaptık, fena bir iş çıkarmadık sanırım. ^_^ (Bu da, kitaptaki olası yazım hatalarından ben sorumluyum demek oluyor, olmasınlar diye uğraştım ama emin olmak çok zor.) Neyse, ben severek okudum ama künyesinde adım yazan bir kitap hakkında objektif olabildiğimden emin değilim.

1 Kasım 2016

Çelik Mağaralar (Baskan #6) - Ölü Gezegen




Çelik Mağaralar – The Caves of Steel
Isaac Asimov
Çeviren: Aslı Kayabal
Baskan Yayınları
Kurgu-Bilim Dizisi 6
1983
238 sayfa

Ölü Gezegen – The Caves of Steel
Isaac Asimov
Çeviren: Gönül Suveren
Altın Kitaplar Yayınevi
Şubat 1984 (1. Basım)
336 sayfa

Baskan Kurgu-Bilim Dizisi’ni tek tek okurken sıra Çelik Mağaralar’a gelince şaşırdım. Kitabı okuduğuma emin olmama rağmen bu baskısı yabancı geliyordu. Sonra meseleyi çözdüm, yıllar önce (blogu açmadan çok önce) Altın Kitaplar’dan Ölü Gezegen adıyla çıkan baskıyı okumuşum meğer.  (Ölü Gezegen ismini nereden uydurmuşlar, o kapak resminin ne ilgisi var şimdi gibi sorular sormayın, ben sordum bir sonuca varamadım.) Durumu çözdükten sonra, okuduysam bile hatırlamıyorum diyerek Baskan çevirisini okumaya başladım. Sonra kitap bitti ve haftalardır masamda bir kenarda, boynu bükük bekliyor. Setenay işini gücünü bitirecek, gezmeyi bırakıp eve dönecek de beni yazacak… Bu aralar çok çalıştım ve birazcık da (şöyle, Eskişehir’den Elazığ’a kadar) gezdim. E, sonra tabii sonbahar depresyonu, “biri benim pause düğmemi basılı unutmuş galiba” hissi var. Çelik Mağaralar’a ancak sıra geldi.

Yukarıya her iki baskının da künyesini ekledim ama esas olarak Baskan Yayınları’ndan çıkan kitabı değerlendiriyorum, çeviriyi karşılaştıracak kadar detay kalmamış aklımda, o topa hiç girmeyeceğim.

Çelik Mağaralar, Asimov’un Robot dizisinin ilk kitabı. Buradan koskoca bir Robot ve Vakıf evreni doğuyor, büyüyor, aklımızı başımızdan alıyor. Bu evrenin en önemli karakterlerinden olan R. Daneel Olivaw’la da bu kitapta tanışıyoruz. Fakat karakterlere girmeden önce baştan başlayayım. Çelik Mağaralar, bilim kurgu ile polisiyenin kesişim kümesinde yer alıyor. Asimov’un gelecek kuramları, imkânsız bir cinayetle birleşiyor ve ortaya (evet bütün Asimov kitaplarına bunu söylüyorum) harika bir roman çıkıyor.

İnsanlar elli ayrı gezegene dağılmışlar ve bu gezegenler teknoloji bakımından çok üstünler, özellikle robotlar konusunda Dünya’dan çok daha ilerideler. Dünya’da kalanlar ise devasa kubbelerin altında, kapalı habitatlarda yaşayan, açık havadan korkan bir topluma dönüşmüşler; kubbelerin (yani şehirlerin) dışında kalan arazilerde robotlar tarım yapıyor, böylece şehirlere gıda desteği sağlanıyor. Dünya’da robotlar var, ama insanlar bu robotlardan korkuyor ve şehir içinde, yanlarında çalıştırmak yerine mümkün olduğunca gözden uzakta olmalarını tercih ediyorlar. Dünya’da, New York’un yakınlarında bir de Uzaycıların (ya da Dış Dünyalı) şehri olan Spacetown var; diğer gezegenlerde doğup Dünya’da yaşayan insanların olduğu bu şehir dışarıya kapalı çünkü bu insanlar Dünya mikroplarına, virüslerine yabancılar ve basit bir grip virüsü yüzünden ölmekten korkuyorlar. Dünyalılar da bu yabancılara çok meraklıydı zaten! Hıh! Ehe, yok, gerçekten, Dünya’nın diğer gezegenlerle ilişkisi epey gerilimli ve insanlarda Uzaycılara ve robotlarına karşı büyük bir önyargı var.

Gezegenimizde ortam böyleyken, New York Başkomiseri Julius Enderby’nin bürosunda buluyoruz kendimizi. Emniyetin becerikli dedektifi Elijah Baley, Enderby’nin ofisine çağrılıyor; huzursuzluktan eli ayağı ayrı oynayan Enderby, Spacetown’da bir cinayet işlendiğini, bir Uzaycının öldüğünü söylüyor. Baley’nin, olay bir diplomatik krize dönüşmeden önce cinayeti çözmesi ve bu sırada Spacetown’dan bir yardımcıyla birlikte çalışması gerekiyor.

Elijah Baley yaşadığı dünyadan memnun, bir insanın neden başka bir gezegene gitmek isteyeceğini asla kavrayamayan, robotların insanlar için büyük bir tehdit olduğunu düşünen, gelenekçi fakat çok zeki ve başarılı bir polis. Yaşadığı toplumdaki neredeyse herkes gibi, yaşadığı kubbenin dışından, açık havadan korkuyor. Seviye atlayıp toplumsal ayrıcalıklar kazanmak ve ailesini rahat yaşatmak dışında bir hayali yok. Bu sıra dışı cinayeti beraber çözmesi gereken R. Daneel Olivaw ise benim kurgu dünyasında en sevdiğim karakterlerden biri! Karizmatik, güçlü, çok zeki, çok sakin, çok bilgili, çok yakışıklı ve bir robot! Pozitronik beyni ve gerçek bir insandan ayırt edilemeyen dış kaplaması ile, robot teknolojisinin en başarılı örneği.

Bu ikili birlikte çalışıp cinayeti çözmeye çalışırken Baley bir robotla çalışmayı öğreniyor, robotlara karşı olan önyargısını kırıyor; böylece Asimov kurguladığı toplumu ve robotları bize ince ince anlatabiliyor. Ve ben, her zamanki gibi, kitap hakkında o kadar çok şey anlatmak istiyorum ki hiçbir şey anlatamıyorum. Asimov’un gelecek öngörüleri, gelişmiş yapay zekâyla karşılaşan bir toplumun sosyolojisi, robot yasaları, azalan hammaddelerin paylaşımı ve sınıflarından kurtulamayan insanlar. Neresinden başlayıp nasıl anlatayım bilmiyorum. Günlerdir bu yazıyı tamamlamaya çalışıyorum, ilerlemiyor bir türlü, artık sıkıldım! Yazamadıkça kendimden şüphelenmeye başlıyorum, benim fikrim yok mu, olan fikirlerimi niye anlatamıyorum aslında çok da iyi fikirlerim var bu kitap hakkında diye. Amaan…

Asimov kitapları piyasada rahat rahat bulunabilseydi, okumaya bu kitapla başlayın derdim. Buradan diğer robot öykülerine ve sonra Vakıf serisine geçmenizi önerirdim. Fakat bu kitaplar bir türlü bulunamıyor! Bu arada Sonsuzluğun Sonu var, Vakıf evrenine geçmeden önce rahatlıkla okuyabilirsiniz. Bir de, İthaki birkaç gün önce minik bir teaser fotoğraf yayımladı, Bilimkurgu Klasikleri serisine bir Asimov kitabı ekleniyor. O kadar yalvardım ama hangi kitap olduğunu söylemediler, merakla bekliyorum.

Bir dahaki kitap yazısını bu kadar geciktirmeyeceğimi umarak bu yazıyı burada bitiriyorum, yoksa hiç bitmeyecek, hayatımın sonuna kadar Çelik Mağaralar hakkında yazmaya çalışmaya devam edeceğim. Bitti. Bu kadar.