30 Mart 2016

Ay'da 172 Saat




Ay'da 172 Saat - Darlah: 172 timer på månen
Johan Harstad
Çeviren: Ezgi Dikici
İthaki Yayınları
Şubat 2016 (2. basım)
310 sayfa


Ay'da 172 Saat, Knausgaard’ın Kavgam’ından sonra okuduğum ikinci Norveç eseri oldu. Ya Norveç edebiyatı yükselişte ya da bizim yayıncılarımız yeni keşfediyorlar, bilemedim. Hangisi geçerli olursa olsun ben durumdan memnunum; ana akım dışında yazarların tanınır, okunur, sevilir olması şahane. Johan Harstad genç bir yazar, 1979 doğumlu. (“O nasıl genç?” demediğinizi umuyorum, genç tabii!) İlk kitabı 2001’de yayımlanmış, şu an hakkında konuştuğumuz kitabı Ay’da 172 Saat ise 2008’de Norveç’in önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Brageprisen’i kazanmış, şimdiye kadar on ayrı ülkede yayımlanmış.

Konuya geçmeden önce kitabın nesnesi, çevirisi, basımı hakkında biraz konuşayım. Kapağın renkleri, hafif kabartmalı başlığı çok güzel ama kapaktan bize bakan astronotun kaskından hiçbir insan, kamera, tripod, selfie çubuğu vs. yansımaması, karşısının tamamen boş olması beni o kadar rahatsız ediyor ki, kapağa uzun süre bakamıyorum. Kapakla ilgili kişisel sıkıntım dışında, kitabın çevirisi gayet akıcı, editörlük tertemiz. Birkaç ufak yazım hatası dışında sorun yok, ki bu ufak hataların üç kez son okuma yapılan kitaplarda bile çıktığını bizzat biliyorum.

Kitabın arka kapağında “İskandinav gerilimi, adeta bilimkurgu-korku sinemasıyla buluşuyor,” diye bir alıntı var. Hayvan Mezarlığı’nı okuduktan sonra günlerce kendine gelemeyen, yıllardır Stephen King okumaktan kaçınan ve korku filmi izlemekten hiç hazzetmeyen bir okur olarak, bu alıntı beni yeterince korkuttu. Kitaba başlamadan önce başkaları ne düşünüyormuş diye biraz okur yorumlarına baktım, kitabı yerden yere vuranlar, “okuduğum en kötü şey” diyenler var; kitabı yere göğe sığdıramayanlar, beğenisini ifade edecek söz bulamayanlar var. Spoiler içeren yorumları pek okumadan geçtim, ne bekleyeceğimi hiç bilmeden başladım kitaba. Sonunda, bu iki uçtaki yorumların tam ortasında kaldım. Kitabı sevdim ama tam değil. Kitabı sevmedim ama tam değil. Nedenlerimi yazının içinde sıralayacağım.

Ay’da 172 Saat 2010 yılında, NASA merkezindeki bir toplantı odasına başlıyor. Kalantor amcalar toplanmışlar, yeni bir Ay yolculuğu yapılmalı mı, yapılacaksa kamuoyu nasıl ikna edilmeli gibi konuları tartışıyorlar ve bu arada, 70’lerde Ay’da inşa edilmiş, DARLAH 2 adlı, gizli bir üs olduğu ve oralarda açıklayamadıkları bazı olaylar döndüğü ortaya çıkıyor.
“Bu resim Apollo 15’ten James Irwin tarafından Ay’da çekildi. Fotoğraftaki astronot da David R. Scott.”
“İyi de... arka plandaki öteki kişi kim?” diye sordu adamlardan biri.
“Bilmiyoruz.”
“Bilmiyor musunuz? Neler dönüyor burada?”
Sonra, Ay’daki üssün nasıl kimse fark etmeden yapıldığı tartışılıyor ve üssün Ay yüzeyindeki makineler tarafından, uzaktan kontrolle inşa edildiği anlatılıyor. Burada, roman yirmi yıl önce yazılmış olsa rahatsız etmeyecek bir detay var: YETMİŞLERDE NASIL UZAKTAN KONTROLLÜ İNŞAAT? Bir bilim kurgu romanının, gelecekle ilgili teorilerinde ne kadar uçuk olursa olsun geçmişe dair tutarlı bir görüntü sunmasını bekliyorum ben. Ay’a gizli bir üs yapıldıysa, bunun gerçekten olabileceğine inanmak istiyorum. Kitabı sevmeme nedenlerimden biri bu işte.

En sonunda, toplantı odasındaki insanlar, yeni Ay seyahatinin mineral arama bahanesi ile gündeme getirilmesine ve uluslararası kamuoyu yaratmak için de gençler arasında bir çekiliş yapıp kazananların, bir haftalık program dahilinde Ay’a gönderilmesine karar veriyorlar. Şahane bir fikir değil mi? Ay’a bir avuç çocuğu (politik doğrucu olmazsak “ergeni”) göndermek nasıl bir soruna yol açabilir ki?

Bu girişten sonra 2018 yılına atlıyoruz, NASA’nın çalışmaları tamamlanmış; Ay yolculuğu, amacı ve en önemlisi yolculuğa birkaç gencin de katılacağı ilan edilmiş; şanslı gençleri seçmek için başvurular açılmış. Çekilişi kazanacağı en baştan belli olan gençleri (çünkü kazanmayacaklarsa sayfalarca yer tutmaları çok saçma olur) tek tek tanımaya başlıyoruz. Önce Mia’yla tanışıyoruz, yıl 2018 olsa da, benim gözümde 2000’lerin başında liseyi bitirmek üzere olan bir “emo” canlanıyor. Anne ve babası, Ay çekilişine katılması için kızlarını ikna etmeye çalışırken arkadaşları dışında kimsenin kendisini anlamadığını düşünüp sinirleniyor:
“Hayır! Düşünmek falan istemiyorum. Benim orada işim yok. Her yerde işim olabilir, Ay hariç.”
“Ben olsam, hemen başvururdum,” dedi annesi.
“Aslında, arkadaşlarım da ben de yatıp kalkıp şükrediyoruz, iyi ki sen ben değilsin, anne”
Mia, Norveç’te yaşıyor, iki yıldır gitar çalıyor ve tamamı kızlardan oluşan müzik grubunun vokalisti, kimsenin tanımadığı eski rock/punk/pop gruplarını dinlemeyi seviyor, en azından seviyormuş gibi gözükmeyi seviyor.

İkinci gencimiz Midori, Tokyo’da yaşayan bir kız. Sıradan gözükmeyi, sıradan giyinmeyi, sıradan insanları hiç sevmiyor. Kendisi gibi “marjinal” gençlerin buluştuğu bir mekanda vakit geçirmeyi seviyor. Ailesinin sıkıyönetiminden kurtulmak için sabırsızlanıyor ve Ay’a gidişi, ülkeyi terk edip ABD’ye yerleşmek için bir fırsat olarak görüyor.
Bu benim kurtuluş fırsatım, diye düşündü. Planımdan üç yıl önce, beni düşündüğümden de uzağa götürecek, ama bu benim çıkış yolum. New York’a gidiş yolu.
Yoşimi kolundan çekip, “Harika değil mi?” dedi.
Midori birden kendine geldi. “Müthiş,” diye cevap verdi. “Müthiş. Mutlaka kaydolmalıyız. Kesinlikle.”
Son talihli genç ise Fransa’dan Antoine. Delice aşık olduğu sevgilisi tarafından, başka biri için terk edilmiş. Günlerini Eyfel Kulesindeki turist dürbünlerini kullanarak eski sevgilisinin odasını gözetlemekle geçiriyor. Eski sevgilisini gözetleyen bir manyak olmasının dışında Antoine diğer gençlere göre daha sıradan gözüküyor, iyi bir öğrenci, uyumlu bir evlat ve çekilişe katılmaya karar verdiğinde, önce birtakım sayılara bakıyor:
İstatistiklere çabucak baktı internetten. Meğer Dünya nüfusunun yüzde 8,5’i on dört ile on sekiz yaşları arasındaymış. Dünyada yaklaşık yedi milyar insan olduğu doğruysa, demek ki katılmak için yaşı tutan altı yüz milyon genç vardı. Dünyanın pek çok yerinde internete erişimi olmayan -veya herhangi bir şekilde yarışmaya katılma şansı olmayan- gençleri çıkarırsak, katılımcı sayısı ta üç yüz milyona kadar düşebilirdi.
Bu genç arkadaşlarımızdan sonra, NASA’da görev yapan birkaç astronotla da tanışıyoruz ve görevle ilgili kaygılarını görüyoruz. Bir de, bir bakımevinde yaşayan, NASA’nın bir biriminde yıllarca güvenlik sorumlusu olarak çalıştıktan sonra emekli olan Bay Oleg Himmelfarb’la tanışıyoruz. Bay Himmelfarb’la ilgili bölümler, bizim televizyon kanallarının bayramlarda asla ihmal etmediği “Bilmemne huzurevi sakinleri, gençlerin ziyareti ile çok duygulu anlar yaşadı,” haberlerini anımsatıyor bana. Kitap boyunca görevi, şefkat uyandırmanın yanı sıra, zayıf hafızasına (hatta bunamış olmasına) rağmen Ay’la ilgili haberleri gördükçe zihninde kıpırdanan şeylerle duyduğu dehşeti okura yansıtmak. Ay’da, bunamış bir adamı korkuyla bağırtacak ne olabilir?

Sonrası malum, çekiliş sonuçlanıyor, bu çocuklar iyi haberi birer birer alıyorlar. Sonra, Ay’a gitmeden önce almaları gereken üç aylık eğitim için Houston’a doğru yola çıkıyorlar. Evet üç ay, NASA gerçekten böyle bir şey yapsa en başta ben isyan ederdim buradan. “Benim teorik bilgim o şımarık veletlerinkinden daha fazla! Beni alın!” diye. Neyse. Sosyal bilimciyim ben, beni alsalar Ay’da ne yapacağım? İşte böyle, kitabın tam ortasına kadar, gerilim adına, Japon kızımızın ara sıra bahsettiği Uzak Doğu şehir efsaneleri dışında pek bir şey olmuyor. Beş kişilik astronot ekibi ve üç gencimiz Ay’a doğru yola çıkıyorlar. Olaysız ve sıkıcı bir uzay yolculuğundan sonra roman aniden hızlanıyor, işler karışıyor. Araç Ay yüzeyine iniyor, DARLAH 2’yi görüyorlar, Mia çok doğru bir soru soruyor:
“Yani, bu üssün adı DARLAH 2’yse... o zaman, DARLAH 1 nerede?”
Coleman’ın yüzünden bir gölge geçti, durakladı; konuştuğunda sesinde bir ciddiyet tınısı vardı. Tek söylediği, “Buna sonra geliriz,” oldu ve dönüp Mia’dan uzaklaştı.
Üsse girip yerleşmeleri, yetmişlerden beri dokunulmayan donanımın sağlamlığına karşı duydukları şüpheyi dillendirmeleri, yatak odalarına yerleşmeleri, üste depolanmış elli yıllık konservelerle besleneceklerini öğrenmeleri, Mia ve Antoine’ın birbirlerine aşık olduklarını fark etmeleri, haftanın programı ile ilgili brifing almaları, yalnızca üssü etkileyen yerçekimi alanı (?!) derken... Tam da Dünya ile video bağlantısı kurdukları sırada, Dünya’dan görüntü ve ses alabildikleri halde kendi verilerinin oraya ulaşmadığını fark ediyorlar, bu teknik sorunu çözmelerine fırsat kalmadan üssün elektrik beslemesi bozuluyor ve her yer karanlığa gömülüyor. Uzman ekipten Stanton ve Wilson, yalnızca dışarıdan erişimi olan jeneratörü tamir etmek için uzay kıyafetlerini tekrar giyip dışarı çıkıyorlar. Jeneratöre ulaşmak için bulundukları modülün etrafından dolaşıp yerdeki ağır kapıyı açmaları, dar bir delikteki merdiven ile yer hizasından bir kat aşağı inmeleri ve uzun bir koridoru aşmaları gerekiyor. NASA’nın kim bilir kaç adamı bir arada çalışıp dört modüllü Ay üssü kurmuşlar, sonra da jeneratörü dışarıya, yerin altına saklamışlar ki, elektrik arızası olursa kolayca ulaşıp tamir etmek yerine önce Ay atmosferine çıkmak sonra yerin dibine inmek gereksin. Evet.

Mühendislerimiz üsse yeni geldikleri için tam dolduramadıkları oksijen tüplerini kuşanmış bir halde jeneratöre ulaşıyorlar ama jeneratörün başındaki kısa bir tartışmadan sonra tamirat için yeterli zamanları olmadığını görünce, soluyabilecekleri hava tükenmeden geri dönmeye karar veriyorlar. Uzun koridordan geri dönüyorlar, merdiveni tırmanıyorlar ve:
Wilson ilk basamakta durdu.
“Stanton?” dedi yavaşça. “Aşağı inerken kapıyı kapamamıştım.”
“Ee?”
“Şimdi kapalı.”
Kapının dışarıdan kilitlendiğini fark ediyorlar! Kapı, ellerindeki edevatla kesemeyecekleri kadar kalın, zorlamakla açamayacakları kadar sağlam ve ekipten başka birilerinin gelmesini bekleyecek kadar oksijenleri yok. İki adam jeneratör koridorunda ölüyorlar. Elbette, Ay seferi iptal oluyor, ekibin geri kalanı moralleri bozulmuş ve korkmuş bir şekilde geri dönüş hazırlıklarına başlıyor. Astronotlar Nadolski ve Caitlin, Ay’a iniş araçlarını (Demeter) kalkışa hazırlamaya koyuluyorlar ve aracın dış kapağına zarar verildiğini, kapanmadığını görüyorlar! Kapak bilgisayara bağlı ve kapanmadan kalkış yapmaları mümkün değil, yazılımı yeniden programlamaları mümkün değil. Gerilim artıyor, Ay’da mahsur kalma olasılıkları ortaya çıkınca, Coleman grubun geri kalanına DARLAH 1’in varlığını, orada Ay’ı havaya uçurmaya yetecek kadar nükleer füze ve bir de üç kişilik tahliye aracı olduğunu açıklıyor.

Nadolski ve yanına aldığı Antoine (çünkü diğer astronotların üste kalmaları gerekiyor) tek kişilik Ay taşıtlarına atlayıp, DARLAH 1’e gitmek üzere yola çıkıyorlar. Tam da bu sırada, olaylar iyice karışıyor çünkü tekdüze Ay yüzeyinde hedeflerini bulmakta zorlanıyorlar (her şey daha da zor olsun diye, DARLAH 1 yeraltına inşa edilmiş) geri dönüp üssü ararken kendi araçlarına ait olmayan izlerle karşılaşıyorlar ve ne olduğunu anlamaya çalışırken, karşıdan uzay kıyafetleri olmayan iki insanın yaklaştığını görüyorlar!
Saklanacak bir yer yoktu. Koşmak imkânsızdı.
Antoine’ın son fark ettiği şey birinin Nadolski’ye benzediği oldu.
Diğeri ise tıpatıp kendisine benziyordu.
Olayların koptuğu nokta, tam burası. Daha fazlasını anlatırsam çok spoiler olur, daha 100 sayfalık macera var önümüzde. Beni korkutmak çok kolay olduğu için olabilir, emin değilim, fakat kitabın sonuna yaklaştıkça artan bir panik hissi ile okudum. Son sayfalara geldiğimde penceremin dışında hava aydınlanıyordu ve ben etraftan gelen en ufak sese bile zıplayarak tepki veriyordum. Kitabı bunun için sevdim. Poe öykülerini okurken gecelerimi kâbuslarla geçirdikten sonra korku edebiyatına ara vermiştim, güzel dönüş oldu. Bir de kitabın finalini gerçekten sevdim. Çok ayrıntı vermek istemiyorum ama kitap beklediğim (ve gerçekleşirse hayal kırıklığına uğrayacağım) şekilde değil, beklemediğim şekilde bitti ve beni çok sevindirdi.

Kitabı çok sevemedim çünkü fikir çok güzel ama sayfaların yarısı “genç yetişkin” okuru tavlamak için harcanmış. Genç yetişkinlik dönemim çok geride kaldığından olsa gerek, bana çok keyif vermedi durum. Üstelik bence, genç yetişkin okurlar da Mia’nın tripleri ve Antoine’ın aşk acısı olmadan yine severlerdi bu kitabı.

Son bir şey daha... Ay’da 172 Saat’i bir bilim kurgu romanı olarak çok beğenmedim. İnanılır bir geçmiş ve ortam sağlamakta zayıf kaldığını, bilim tarafının yetmediğini düşünüyorum. Fakat korku/gerilim yönünden bakarsak, ben epey gerildim ve beğendim. Yine de, bu kitabı okuyup beğenen okurlara (ve henüz okumayanlara) çok önemli bir önerim var. Ay’da 172 Saat’i okuyun ama arkasından mutlaka bir de Solaris’i okuyun.

20 Mart 2016

Madde 22


Madde 22 - Catch 22
Joseph Heller
Çeviren: Niran Elçi
İthaki Yayınları
Nisan 2016 (50. yıl edisyonu, 1. basım)
601 sayfa

(Güncelleme: Kitabın piyasaya çıkışı bu yılın sonbaharına ertelenmiş.)

Az önce telefonda konuştuğum bir arkadaşım dedi ki, "İstanbul hayalet şehir gibi, görsen tanımazsın." Ankara da aynı durumdadır diye tahmin ediyorum. Oysa kitaplarda hayat ne güzel. Hafifçe fantastik bir dünyada yaşasaydık, tam da şu sıralar moleküllerime ayrılıp en sevdiğim kitabın içinde tekrar maddeleşirdim. En sevdiğim kitapların hep distopyalar olduğunu göz önüne alırsak, en sevdiklerime benzer bir kitabın içinde yaşıyor olabiliriz gerçi. Ya da tepemizde bir çocuk Simcity oynuyor ve bütün "felaket"leri tek tek denemeye karar vermiş. Sonuç olarak blogumun köşesindeki siyah kurdele her gün yeniden anlamlanıyor, ben de kendimi kurguya, romana verip huzur bulmaya çalışıyorum.

Bu arada da, düzeltmesini yaptığım ve okurken çok keyif aldığım kitabı biraz anlatayım, buraları da fazla ihmal etmemiş olayım dedim. Kitap, 50. yıl edisyonu olarak Nisan'da piyasaya çıkacak ama daha önce de (2006'da) yayımlandığı için, sevgili editörüm Alican'ın da onayıyla, kitabı yorumlamak için Nisan'ı bekleme gereği duymadım.

Madde 22, son zamanlarda okuduğum en çarpıcı roman. Joseph Heller, bombardıman pilotu olarak görev yaptığı savaştan sonra, orada biriktirdiği deneyimleriyle yazmış bu romanı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Akdeniz'de bir ada, adada bir asker grubu -askerî terimler hakkındaki bilgi eksikliğim beni çok zorladı bu kitabı okurken. Asker grubu dediğim şey alay mı, birlik mi, erat mı (erat ne?) bilmiyorum. Grup işte,- bu gruptaki hepsi birbirinden acayip yüzbaşılar, binbaşılar, albaylar, yarbaylar, birinci sınıf erler, bombardımancılar, pilotlar... Karmakarışık insanlar ve olaylar var kitapta, bir yerde anlatılan sahneyi, sayfalar sonra başka bir karakterin gözünden görebiliyoruz örneğin; odaklanma sıkıntınız yoksa bu sıçramalar çok keyifli.

4 Mart 2016

Uzay Şeytanları (Baskan #3)


Uzay Şeytanları - Les Whums se vengent
Ronny Laws
Çeviren: Atilla Tokatlı
Baskan Yayınları
Kurgu-Bilim Dizisi 3
1983
159 sayfa 

Kurgu-Bilim dizisinin bende olmayan ikinci kitabını (Dünyanın Sonuna Doğru, H.G. Wells) atlayıp üçüncü kitapla devam ediyorum. Eksiklerimi atlaya atlaya, elimde olduğu kadarını anlatacağım; idare edin. 

Alabildiğine kitsch kapağıyla seksenlere ait olduğunu hemen belli eden (fakat orijinal basım tarihi 1969) Uzay Şeytanları, Ronny Laws'un kitabı. Yazarın diğer kitaplarına göz atmak için, devasa veri tabanına güvenip Goodreads'e girdiğimde Ronny Laws adlı yazarın sadece iki kitabı olduğunu gördüm, ikisi de Baskan dizisine ait Türkçe kitaplar. Sonra yine kendimi Fransızca sitelerde buldum ve işin aslını çözdüm. Ronny Laws, Louis Thirion adlı bir Fransız yazarın mahlaslarından biriymiş. Olayı anladıktan sonra, Goodreads'in bana verdiği yetkiye dayanarak, hem kitapların hem de yazarın bilgilerini düzenledim, artık esas yazara da ulaşabiliyoruz. 

Baskan'ın zamanında yaptığı baştan savma iş burada bitiyor mu? Elbette hayır. Biraz daha kurcalayınca görüyoruz ki, bu roman dört kitaplık Jord Maogan serisinin üçüncü kitabıymış. İlk ikisi nerede, kim bilir. Kitabın orijinali de, bizimkinden 100 sayfa daha fazla. Hep diyorum, Baskan Kurgu-Bilim Dizisi'ni, türü özellikle seven ya da koleksiyonunu tamamlamaya çalışan okurlar dışında kimseye öneremiyorum. Denk gelirseniz elbette alın, okuyun, bence çok sevimli kitaplar ama okumamak büyük bir kayıp değil. 

Uzay Şeytanları'nda olaylar 2060 yılında geçiyor. Kozmik Güvenlik Kuvvetleri (yani, aşırı süper güçlü istihbarat teşkilatı, kısaca K.G.K.) başkumandanının ofisinde başlıyor roman. Üzeri bomboş olan masasında aniden beliren disk yüzünden sinirlenen başkumandan Yan Paterson diski analize gönderiyor ve büyük ihtimalle dünya dışı kaynaklı olan diskin içinde Lehçe bir kayıt olduğunu öğreniyor. Bu arada, dünyadaki dillerin çoğunun kaybolduğunu da öğreniyoruz:
"İnsanlar uzun bir süredir, sadeleşme zorunluğuyle, tek bir dünya dilini konuşmaya hazırlık olmak üzere dört büyük dilde konuşmaktaydılar. Ve böyle bir devirde tutup da Lehçe konuşmak için hem ihtiyar, hem deli olması gerekirdi adamın... Gregor Pavlevski gibi meselâ... Peki ama nerden geliyordu bu disk?"