Yaban Diyarlardaki Yabancı - Stranger in a Strange Land
Robert A. Heinlein
Çeviren: Kağan Çam
Artemis Yayınları
Aralık 2003 (1. basım)
752 sayfa
752 sayfa
Yaban Diyarlardaki Yabancı'yı bitireli bir hafta oldu, hatta üzerine başka bir romana da başladım ama ancak bugün zaman bulup yazabiliyorum. Çünkü (bu bahaneyi kullanmaktan sıkıldım ama bir kez daha) yüksek lisans... "Akademik" olmak için debelenen, derdini düzgün anlatacağına kıvrım kıvrım kıvrılan cümlelerle dolu birkaç makale okuyup hayattan soğudum yine. Bir de yapılacak ödevler olunca, blogla ilgilenemedim. Okunması ve çevirilmesi gereken bir makale daha masanın kenarından bana bakıyor, ara sıra "öhhö öhhö" gibi sesler çıkarıp dikkatimi çekmeye çalışıyor ama inatla görmezden geliyorum. Bugün bir süre "nasıl yetişecek bu" diye mızıklanırım, akşama doğru homurdanarak okumaya başlarım, sonra da bir şekilde yetişir. Roman okumadaki hızımı ve kararlılığımı akademik okumalara uygulamadığım için çok üzülüyorum. Bazen.
Ne diyorduk? Heh... Yaban Diyarlardaki Yabancı. Maledisant'ın önerisini dinleyip Başka Dünyalar'dan sonra hemen bu kitaba başladım. (Sevgili Maledisant, blogger profilin kapalı gözüküyor, oralardaysan ses ver.) :) Tuğla ebadında, 752 sayfalık bir kütle olduğu için, insanların tuhaf bakışlarıyla da karşılaştım ara sıra. Heinlein'ın bu devasa romanı, ilk yayımlandığında (1961) editör sansürüne uğramış ve kısaltılmış bir versiyonu ile çıkmış okurun karşısına. İlk baskı ile sansürsüz versiyon arasında yaklaşık altmış bin kelimelik bir fark varmış. Yazarın ölümünün ardından kitabın orijinal kopyasını edinen eşi Virginia Heinlein, tam metin olarak yayımlanmasının daha iyi olacağına karar vermiş ve böylece yazarın kaleminden çıkan ilk halini okuyabiliyoruz. Ya da en azından, piyasada baskısı olsaydı hepimiz okuyabilirdik, neyse ki sahaflar var. Bir de, kitabın fotoğrafındaki bulanık renge bakmayın, kapağın çok tatlı bir mor-siyah arka planı var ama uyduruk ışığım ve selofan kaplama birleşince ancak bu kadar oldu.
Yaban Diyarlardaki Yabancı da, daha birkaç hafta önce okuduğum Marslı gibi, bu gezegene yapılan insanlı uçuşla başlıyor. Ay'daki ilk insan kolonisi sekiz yıl önce kurulmuş, insanlar diğer gezegenlere göz dikmişler ve Mars'a gidecek ilk ekip, dört evli çiftten oluşuyor. Mars etrafında yörüngeye giren Envoy adlı gemiden alınan son mesaj şöyle:
"Yarın, GSZ ile saat 12.00'de Lacus Soli'nin hemen güneyine iniş girişiminde bulunacağız."
Bu başarısız girişimden 25 yıl sonra yeni, daha kalabalık bir ekip kuruluyor ve Champion adı verilen gemi ile Mars'a yollanıyorlar. İlk gemi ile aynı alana iniş yapan gemiden art arda üç rapor geliyor:
"Roket Gemisi Envoy bulundu. Kurtulan yok."
"Mars'ta hayat var."
"23-105 Mesajına düzeltme. Envoy'dan kurtulan bir kişi bulundu."
Kolonicileri Mars'ta bırakan gemi ekibi, gezegende buldukları kazazedeyi de alıp Dünya'ya dönüyor ve sonra neler neler! Envoy ekibindeki kadınlardan biri hamile kalmış ve Mars'ta doğan çocuk (Valentine Michael Smith) Marslıların içinde büyümüş. Dünya kültürüne tamamen yabancı, etrafında olan biteni anlamakta zorlanan fakat bu arada ebeveynlerinin yatırımı sayesinde büyük bir servetin sahibi olan Smith, gezegenlerin kolonileştirilmesi ile ilgili Larkin Kararları dolayısıyla Mars'ın da sahibi sayılıyor. Haberciler, film yapımcıları, dolandırıcılar... Smith'ten fayda sağlayabileceğini düşünen herkes etrafında dolanıyor, hükümet ise Smith'i gözlerden uzak tutmak için elinden geleni yapıyor.
İlk üç bölüm boyunca kitabı çok sevdim. Dünya'yı, alışkanlıklarımızı, parayı bir yabancının gözünden görmenin güzelliğinin yanında, Heinlein'ın yarattığı karakterlere de bayıldım. Zengin, yaşlı ve çok huysuz bir yazar olan Jubal Harshaw, en çok sevdiğim karakter oldu. Harshaw, daima kendi bildiğini okuyacak kadar inatçı olsa da her konuda açık görüşlü, özellikle etik konusunda yeni fikirleri anlayan (ve okura anlatan) rolüyle Heinlein'ın özgürlükçü bakışını ortaya koyuyor. Fakat bir yandan yenilikçi fikirler ve ahlak tartışmaları sunan Heinlein, okurken kaşlarımı kaldırmama sebep olan bir homofobi ve cinsiyetçilik de sıkıştırıyor kitaba. Önce, Jill'e (güzel, zeki bir hemşire) eşcinsellerin "arada kalmış" ve "yanlış" olduğunu söyletiyor; hemen ardından da şunları:
"Ama sen daha Mars'tayken ben kurtlarla uğraşıyordum. On seferden dokuzunda bir kadının tecavüze uğraması, kısmen de olsa kendi suçudur. Onuncuda... şey, tamam."
Ülke gündemimizde rutin olan taciz, tecavüz, şiddet haberleri her zamanki gibi devam ederken; bir de üzerine toplumsal cinsiyet dersi alıp bu konuda bolca kafa yormaya başlamışken Heinlein'ın yazdığı bu cümleleri görmek hiç hoş olmadı. Wikipedia sayfasında da bunun üzerine bir bölüm buldum. Neyse, dediğim gibi, Yaban Diyarlardaki Yabancı'yı gezegenimizi ve insanları bambaşka bir bakış açısıyla incelediği için çok sevdim. Yeni tanıştığı her kavramı "groklamaya" çalışan Smith'le birlikte ben de bol bol düşündüm. Gülmeyi, kahkaha atmayı bilmeyen Smith; insanların canları çok yandığında güldüklerine karar veriyor:
"Öyleyse neden ölümle ilgili bu kadar çok fıkra var? Jill, bizim için -biz insanlar için- ölüm öylesine üzücüdür ki ona gülmek zorundayız. Tüm bu dinler, hepsi bir sürü noktada çelişiyor ve çatışıyorlar ama hepsi de insanlara ölme zamanı geldiğinde gülebilecek cesareti vermenin yollarıyla dolu."
Dördüncü ve beşinci bölümlerde ise romanı git gide daha az sevmeye başladım. Bolca sosyal analiz içeren bilim kurgu romanı, teolojik ve neredeyse fantastik bir denemeye dönüştü; bu bölümlerden çok fazla bahsedip konunun ilerleyişini açıklamak istemiyorum, sürprizi kaçmasın. Büyük bir kısmını çok sevdiğim (bir kısmını ise hiç sevmediğim) kitap akıcı kurgusu, zengin karakter çeşitliliği ve anlatımıyla Hugo Ödülünü hakkıyla almış ve bilim kurgu okurlarının atlamaması gereken bir klasik.