27 Şubat 2014

Dünyalıların Gelişi


Dünyalıların Gelişi
Derleyen ve Çeviren: Doç. Dr. Yalçın İzbul
Cep Kitapları
Ocak 1984 (1. basım)
196 sayfa

Yalçın İzbul'un derlediği bu kitap, kendisinin belirttiği şekli ile: "Hacettepe Üniversitesinde verdiğim Dil Antropolojisi derslerinde, görelilik ve bildirişim olanakları konusunda öğrencinin ilgisini canlı tutmak ve yoğunlaştırmak amacıyla yardımcı okuma parçası olarak hazırladığım birkaç çeviri öykü çevresinde gelişti."

Görecelik ya da daha fenası görecelilik demeyen bu önsözle hemen kalbimi kazandı kitap. İzbul'un önsözü biraz uzun (25 sayfa kadar) olsa da,  önsözü okumayı azimle tamamladım. 1983 tarihli, yedi alt başlıktan oluşan önsözde bilim kurgudan, sağladığı olanaklardan ve geleceği görme yetisinden bahsediyor Yalçın İzbul. Ardından, altı bilim kurgu ustasından yedi güzel öykü var. Asimov ve Bradbury'nin öykülerini daha önce kendi kitaplarında okumuştum ama tekrar okumak da aynı keyfi veriyor. Öyküleri tek tek, kısaca anlatacağım fakat kitapta yazmadığı için orijinal isimlerini ekleyemiyorum.

Uzaydan Gelen Canavarlar (Robert Sheckley)
Yabancı bir uygarlığın, uzaydan gelen insanlarla ilk karşılaşması. Bu konu her zaman ilginç olsa da, Sheckley'in kurguladığı uygarlık (kısa bir öykü için bile) sağlam bir sosyal temele yerleştirilmemiş ve çok sevdiğimi söyleyemem.

Törenzede Tanrılar (Robert Sheckley)
Sheckley'nin ikinci öyküsü, ilk öyküye göre çok daha derli toplu ve eğlenceli. Uzay çağındaki bilimselliği kaybeden, dışarı kapalı yaşayan insanların; uzaydan gelen "Tanrılar"ı İniş Müsaadesi Ayini, Meydan Tasdik Ayini gibi çeşitli ritüellerle karşılamasını anlatıyor.

Harla (George O. Smith)
Heisenberg Belirsizlik İlkesi ile çalışan bir araç ile uzak noktalar arasında çok hızlı kütle aktarımı yapmayı sağlayan bir proje ile Venüs'e giden bir bilim insanı bilincini kaybediyor ve Dünya'daki ekip, bir Venüslü ile telepatik iletişim kurup arkadaşlarını kurtarmaya çalışıyor. "Bir Venüslüye sağ ve sol kavramlarını nasıl anlatırsın?" tartışması epey ilginç olsa da, finalinde "eeaaamaan öööf ama!" dedim ben.

Arabulucu (Murray Leinster)
Galaksiye yayılmış insan ırkına saldıran ve yarım milyon Dünyalıyı öldüren, fakat kim oldukları bilinmeyen bir düşmanı bulmak için uzaya açılan bir gemide başlayan bu öykü, kitaptaki en sevdiğim öykü oldu. Uzay gemisinde sahibiyle birlikte yolculuk yapan Buck adlı köpek bu maceranın gerçek kahramanı.

Robot Mantığı (Isaac Asimov)
Ben Robot'ta yer alan robot öykülerinden biri. QT-1 adlı çok sevdiğim ve çok güldüğüm; kendisini insanların değil, yüce bir yaratıcının var ettiğine inanan robotun hikayesi.

Milyonuncu Gün (Frederik Pohl)
Biraz şiirsel bir anlatıma sahip olan bu öykü, bizim ilkel dünyamızdan bin yıl sonraya ait bir aşk ve evlilik hikayesi. Denizkızı Dora ile sibernetik delikanlı Adon'un tanışmaları ve geleceğin romantizmi.

Dünyalıların Gelişi (Ray Bradbury)
Mars Yıllıkları'ndan alınan bu öykü, kitapta "Ağustos 1999: Dünyalılar" başlığını taşıyor ve yanlış hatırlamıyorsam, Mars'a giden ikinci ekibin hikayesi. Marslılarla karşılaşan ancak başka bir gezegenden geldiklerini bir türlü anlatamayan, deli oldukları ve psikopatik illüzyonlar yarattıkları zannedilen insanların başlarına gelenler anlatılıyor.

20 Şubat 2014

Ötekiler Arasında


Ötekiler Arasında - Among Others
Jo Walton
Çeviren: M. İhsan Tatari
İthaki Yayınları
Kasım 2013 (2. basım)
381 sayfa

Ötekiler Arasında'yı, Twitter'da bana öneren bir bilim kurgu-sever sayesinde duydum fakat "periler..." deyince durakladım, hafifçe burun kıvırdım, bir ara bakarım diyerek zihnimin gerilerine attım. Sonra, M. İhsan Tatari'nin çeviri macerasını okudum ve kitabı okumam gerektiğine karar verip kitapçıma rica ettim, benim için getirdi kitabı. Hemen okudum, çok keyif aldım. Önce bunları anlatıyorum ki, benim gibi ön yargılı yaklaşmayın kitaba, aklınıza Pinokyo'daki peri ya da Tinkerbell gibi kanatlı, minik masal yaratıkları gelmesin.

Ötekiler Arasında'yı okurken, neredeyse kesintisiz bir gülümseme ve mutluluk hissi yaşadım. Nasıl anlatayım? Yumuşak bir battaniyenin altında sıcak çikolata içerken çizgi film izlemek gibi, çok huzurlu, sakin bir keyif verdi kitap. (Bir daha betimleme yapmaya kalkışmasam daha iyi olacağını fark ettim bu arada.) Diğer yandan, bilim kurgu ve fantastik edebiyata özel bir ilginiz yoksa kitap zaman zaman sıkıcı gelecektir çünkü kitap boyunca onlarca yazara ve kitaba göndermeler var. Elbette, bilim kurgu seviyorsanız bütün bu isimler geçidi (geçit derken: kortej, resmi geçit, fener alayı.... gibi bir şey, aradığım sözün ne olduğunu bulamadım.) kitabın verdiği keyfi artırıyor. Okuduğum kitapların adı geçtiğinde "Ayy!" diye sevinip, henüz okumadığım kitapları not alacak yer aradım; sonunda fark ettim ki, kitabın sonuna bir liste eklemişler ve hatta Türkiye'de yayımlanan kitapların hangi yayınevinden çıktığını yazmayı da ihmal etmemişler. Alınması ve okunması gereken kitaplar listeme yaptıkları katkılardan dolayı İthaki'ye ve M. İhsan Tatari'ye teşekkürlerimi sunarım!

Tamamen laf kalabalığı olan iki paragraftan sonra, kitabın kendisine gelirsek... Ötekiler Arasında; Nebula, Hugo ve BFS ödüllerini toplamış, hatta Ursula K. LeGuin'den övgü almış bir kitap. Roman, Galler'de yaşayan ikiz kız kardeşler Morwenna ve Morganna'nın bir kömür fabrikasını kapatmak için yaptıkları büyü ile başlıyor. Hemen ardından dört yıl ileriye gidiyor ve kardeşi öldükten sonra deli annesinden kaçan Mor'un (ya da Mori) günlüğünü okumaya başlıyoruz.
"Her ikimize de Mo veya Mor derlerdi."
"İyi de sizi birbirinizden nasıl ayırt ediyorlardı?" Bana bakmıyordu, bir başka sigara yaktı.
"Edemiyorlardı." Kendi kendime gülümsedim.
Kimsenin birbirinden ayırt edemediği Mor kardeşler (detaylarını bilmediğimiz büyülü bir savaşta) annelerini durdurmaya çalışmışlar; bu sırada kardeşlerden biri ölmüş, hayatta kalan kardeş ise bacağı sakatlanarak kurtulmuş. Mori, annesinden kaçtıktan sonra hiç görmediği babasının yanına gönderilmiş; çünkü (devletin gözünde) hiç tanımadığınız bir baba, yanında büyüdüğünüz teyzeniz ve dedenizden daha yakındır.

Tüm dünyası kitaplar (özellikle de bilim kurgu ve fantastik kitaplar) olan Mori; perileri görebiliyor, büyü yapabiliyor ve bütün bunların sonucu olarak çevresinde anlaşabileceği çok fazla insan yok. (Perileri göremeyen, büyü yapamayan ama yine de -hiç olmazsa- bilim kurgudan bahsedebileceğim birkaç arkadaşı ancak internetten bulan ben, Mori'yi epey iyi anlıyorum.) Kütüphaneci Bayan Carroll'ın dediği gibi:
"Sana anlam ifade eden şeyler hakkında diğer insanlarla çok fazla konuşma fırsatı bulamıyorsun, değil mi?"
Mori'nin babası Daniel, çok zengin olan üç ablası ile yaşıyor ve o da bilim kurgu seviyor. Halaları Mori'yi bir yatılı okula gönderdikten sonra, babası ile olan buluşmaları ya da mektuplaşmalarında genellikle kitaplardan bahsediyorlar. Bu arada Mori, hem anne tarafından, hem baba tarafından ailesini uzun uzun anlatıyor günlüğünde. Bu soy ağacı anlatımı sıkıcı ve gereksiz gelebilir belki; bana kendi akrabalık ilişkilerimi hatırlattığı için okurken gülmekten kendimi alamadım. (En yakın arkadaşlarımdan olan bazı kuzenlerimin soy ağacımın kaçıncı dalından kuzenim olduğunu anlatmak çok zor olabiliyor. "Çok yakın akrabayız, kardeş sayılırız. Onun dedesiyle benim babaannem kardeş torunları oluyor. Çok yakın işte, ne var?!")

Kitap delisi, büyü yapabilen, topal bir kız olarak "ötekiler"den farklı olsa da, 15 yaşındaki Mori diğer kızlar gibi büyüyor, kendini tanıyor, cinselliği keşfediyor, arkadaşlar edinip normal bir genç kız gibi davranmaya çalışıyor. Kitap boyunca süren bir dinginlik var fakat (bence) sıkıcı bir hal almıyor bu dinginlik. Mori bir anda Vakıf'taki Katır'dan bahsetmeye başlayabiliyor; ya da bir karass bulmak için büyü yapmaya kalkışıyor, sonra da büyünün ahlaki yönünü irdeleyip günler süren bir pişmanlığa dalıyor.

Mori'nin okula alışma çabası, kütüphanede geçirdiği saatler, katıldığı kitap kulübündeki tartışmalar gibi çok sıradan olaylar; perilerle olan diyalogları, annesinin kötülüğüne karşı yaptığı savunma büyüleri, ölüler için açılan kapı gibi fantastik ögelerle iç içe geçiyor kitapta. Sonunda, kitap başladığı yerde, Galler'in mistik arazisinde; birazcık yükselen temponun ardından sakince bitiyor. Kitap boyunca anlam veremediğim ("Neden böyle oldu ki şimdi?" diye kaşlarımı kaldırdığım) tek yer, ensest konusuna uzanan birkaç satır oldu. En başta dediğim gibi, kitap boyunca bahsi geçen eserlere aşina değilseniz, Ötekiler Arasında biraz sıkıcı gelebilir; yine de büyü ve perilerin günlük hayatın içine böyle güzel yerleştirildiği bir kitap okumamıştım sanırım.
"Eğer kitapları yeterince seviyorsanız onlar da sizi sever."

14 Şubat 2014

Hukuk Gladyatörü


Hukuk Gladyatörü - Gladiator at Law
Frederik Pohl, Cyril M. Kornbluth
Çeviren: Nazlı Korkut
Metis Yayınları
Kasım 1997 (1. basım)
208 sayfa

Uzun zamandır Metis BK serisinden hiçbir şey okumamıştım. Bir yandan serideki eksiklerimi tamamlamaya çalışırken, bir yandan da henüz okumadıklarımı yavaş yavaş eritmeye karar verdim. Böylece Hukuk Gladyatörü'nü gözüme kestirdim, okudum, şu anda ise (yaklaşık yarım saattir) "ne yazsam ben bu kitap hakkında?" diye kara kara düşünerek blogger arayüzü ile bakışıyorum.

Öncelikle, çeşitli sitelerde okuduğum değerlendirmelerin bir kısmında, bu kitabın bilim kurgu olmadığı fikri ile karşılaştım ve bu fikre şiddetle karşı çıkıyorum. Uzay yolculuğu, lazer silahları gibi şeyler olmadan da bilim kurgu oluyor; güzel de oluyor.

ABD'nin doğu yakasında, New Jersey ile New York civarlarında gezdiğimiz kitap, bir mahkeme sahnesi ile başlıyor. Mahkemenin otomatik "jüri kutusu" kendisine sunulan kanıtları değerlendirip sanığı suçlu ya da masum ilan ediyor ve suçlu bulunan kişiler, beyinleri yıkanarak topluma kazandırılıyorlar. Kitabın baş karakteri Mundin, açılış sahnesindeki davada savunma avukatı olarak bulunuyor. Geleceğinden ümitsiz, asla bir şirket avukatı olamayacağının ve pek yetenekli olmadığının farkında olan Mundin, davayı kaybedip müvekkilini beyin yıkama işlemine gönderdikten sonra ofisine dönüyor. İlçe Komitesi Başkanı Bay Dworcas'ın gönderdiği bir müşteri olan Norvell Bligh ile görüşürken geleceği konusunda daha derin bir ümitsizliğe düşüyor.

Buradan Bligh'ın bürosuna geçiyoruz ve her konuda kendisinin haksız olduğunu kabul eden, olabildiğince ezik ve sinir bozucu bu adamın iş hayatını ve özel hayatını öğreniyoruz. Del Dworcas'ın ofisine geçip başka bir avukatla ve Lavin kardeşler (Don Lavin ve ablası Norma) ile tanışıyoruz.

Norma ve Don Lavin, G.M.L. Evleri adlı evleri; yani var olan en lüks, en az bakım isteyen ve en büyük prestij nesnesi olan balon evleri ilgilendiren bir konu ile ilgilenecek bir avukata ihtiyaçları olduğunu anlatıyorlar ve G.M.L.'deki L harfinin Lavin'den geldiğini açıklıyorlar Mundin'e.

Bundan sonrası karmakarışık bir hukuk, ekonomi, siyaset oyunu. Pohl ve Kornbluth, eşitsizliklerle dolu bir New York yaratmışlar gelecekte. Bir yanda, ancak sözleşmeli çalışanların kullanabildiği balon evlerde lüks bir yaşam, diğer yanda (gerçek adı Akkent olsa da) Bokkent adıyla bilinen bölgede çocuk çetelerinin hakimiyeti altında orman kanunları ile yaşamaya çalışanlar var. Ekonomik gücü elinde tutan, para hareketleriyle her şeye yön veren, pek kalabalık olmayan bir elit grubu var ve hakimiyetlerini başkalarıyla paylaşmak konusunda çok isteksizler. Tanıdık geliyor, değil mi?

Lavin kardeşlere yardım etmeye karar veren Mundin, kendisinden çok daha yaşlı ve becerikli bir avukatın da desteği ile büyük işlere kalkışıyor, güçlü insanların karşısına çıkıp adeta Don Kişotluk oynuyor ve kendisini Bokkent ile balon evler arasında karmakarışık bir olaylar zincirinin içinde buluyor.

Hukuk Gladyatörü'nü sevip sevmediğimden emin değilim. Zor okunan bir kitap sayılmaz, konusu ilgi çekici ve anlatımı gereksiz betimlemelerden uzak, keyifli. Bütün bunlara rağmen çok sevemedim. Hepsi birbirinden farklı birçok karakterle dolu olan kitapta bazen birkaç sayfa geri gidip, "bu adam kimdi yahu?" diye sormak zorunda kaldım. Hiç anlamadığım ekonomi ve borsa gibi konuların bir macera ögesi olarak kullanılmasına hayran olsam da, ekonomi alanı benim için hâlâ tam bir gizem. Fakat, belirtmem gerekir ki, kitaptaki her karakter konu ilerledikçe yeni şeyler öğreniyor, değişiyor, ortama uyum sağlıyor ve gelişiyor. Çok fazla karakter içeren bir kitapta, yazarların bunu başarıp karakterlerini gerçek birer insana bu kadar yaklaştırmalarına bayıldım.
"Bokkent'e eşdeğer daha büyük bir şehir yoktu. Long Island'ın irinli, köhne mahalleleri başka bir New York sorunuydu; Boston'ın Springfield'ı, Chicago'nun Evanston'ı, Los Angeles'ın Greenville'i vardı. Ama hiçbiri Akkent Mülkleri'nden daha kötü olamazdı. Mundin, Bokkent'teki sokak lambalarının harap halde olduğunu ve hiçbirinin yanmadığını fark etti; içini yabani otlar bürümüş birkaç bahçeyi ve tahta kaplı evleri geçerken geri tarafta duran harap haldeki yapılara gözü takıldı. Çok sık olmamakla birlikte arada bir yanmış bölgelerden de geçiyorlardı. Evler arasındaki arsalar normal bir yangının bir diğer eve geçmesini engelleyecek kadar genişti. Maalesef."

12 Şubat 2014

Lego adamlar

Severek takip ettiğim bloglardan olan Biraz Yazalım, bir süre önce ikinci yılını kutladı ve bir çekiliş yaptı. Pek güzel hediyelerin olduğu fakat nedense az katılımcılı olan bu çekiliş sonunda, sevgili Neslihan ve Murat bana iki tane Lego Minifigure gönderdiler. Kapalı paketlerde sunulan bu figürlerin birdolu çeşidi varmış ve bu minik insanların koleksiyonunu yapan pek çok insan varmış. Murat'ın Lego Adamlar Serisi yazısında detaylı bilgi ve güzel fotoğraflar var.

Bana çıkan figürler bence çok anlamlı oldu! İlk paketten, deney tüpleri ile birlikte bir bilim kadını çıktı; kendisini, onlarca bilim kurgu kitabımda adı geçen bütün bilim kadınları ile özdeşleştirdim. İkinci Lego figürüm ise (eyvah!) gri kedisi ile, gri saçlı yaşlı bir kadın. "Crazy cat lady" olacağım korkusu yaşadığım tüm zamanlar için, bu figürün adı da Setenay oldu elbette.

Kitaplığımın eski sakinlerinden Andy ve Salvador, bu yeni arkadaşlarına biraz şüpheyle bakıyorlar ama kısa zamanda çok iyi anlaşacaklarına eminim.


10 Şubat 2014

TARDIS çanta (Bu bir DIY macerasıdır.)

Efendim, bildiğiniz gibi TARDIS (Time and Relative Dimension in Space) 50 yıllık bir BBC dizisi olan Doctor Who'nun alamet-i farikası, telefon kulübesi şekilli bir uzay/zaman makinesi. Bu "içi dışından daha büyük" olan makine, aslında bir bukalemun devresine (chameleon circuit) sahip ve bulunduğu zaman/mekanın koşullarına uyum sağlamak üzere dış görünüşünü değiştirebiliyor. Ancak, TARDIS 1960'ların İngilteresinde bir "Police Box" şekli almışken bu devre bozuluyor ve mavi ahşap bir kulübe görüntüsünde takılıp kalıyor.

Peki, bunları niye anlattım? Çünkü çenem düştü, anlatmak istedim. Ayrıca, sizinle bir DIY projesi paylaşacağım, kendime yol yapıyorum. Peki, bir kitap blogunda DIY projesi paylaşmak istediğime emin miyim? Evet, eminim; bir tanecik çalışma için yeni blog açacak değilim ya!

Bir buçuk yıl kadar önce, TARDIS şeklinde bir çanta istediğime karar verdim. İnternette bulduğum çantalar ya çok çirkin, ya çok pahalı, ya da hem çirkin hem pahalı olunca anlık bir gaz ile "Ne var ki yaa, ben de yaparım!" dedim, aynı gaz ile çıkıp kumaş aramaya başladım. Elimde CNBC-e Dergi, TARDIS'i gösterip "Bu maviden kumaş lazım bana," diye kumaşçıları gezmek çok tuhaf bir deneyim, özellikle "kumaşın türü fark etmez, bu tonda mavi olması şart!" cümlesini çok yadırgıyorlar nedense.

- Parantez açıyorum: Birini yarım bıraktığım iki üniversitede okuduğum bölümlerin de etkisiyle, el işlerine belli bir yatkınlığım var; ama ufak tefek tadilatlar ya da geçici düzenlemeler dışında kumaşla, dikiş nakışla hiç uğraşmadım. Yani, bu çanta tamamen amatör ve ne yaptığı hakkında bir fikri olmayan ellerden çıktı. -

Bir miktar TARDIS mavisi kumaş - emin değilim ama galiba keten ya da benzeri pamuklu bir kumaş,- bir miktar da astarlık kumaş aldıktan sonra tanıdık bir terziye gidip bana yardımcı olur mu diye sordum. Terziden çantanın birleştirme ve astar işlerini yapma sözü alınca, bir de ne kadar dikiş payı bırakmam gerektiği konusundaki hayati bilgiyi edinince aynı gazla eve dönüp çalışmaya başladım.

Yanda gördüğünüz fotoğraf, kumaşı aldığım ilk güne ait. Yani 2012'nin ortaları... TARDIS'in ön yüzeyindeki bütün detayları işlemek gibi büyük bir hedefim vardı o sırada. Usta bir terzi gibi mezuralar, T cetvelleri ve (kalem yerine) sabun kullanarak; orijinalinde pencereler ve ahşap paneller olan yerleri güzelce işaretledim.


Küçük, beyaz kumaş parçalarıyla pencereleri tamamladım. Kenar dikişlerinin üstü kapanacağı için pek özen göstermedim, ortadaki çizgileri ise mümkün olduğunca düzgün yapmaya çalıştım. Buraya kadar her şey iyi gitti. Sonra, aynı kumaştan yaptığım ince şeritlerle toplam sekiz tane küçük çerçeve yapmam gerektiğini (ve bunun bir çeşit işkence olacağını) fark ettim, ilk pencerenin çerçevesini yarılamışken hevesim kaçtı.

[1,5 yıl sonra...] Dizinin 50. doğum günü dolayısıyla tekrar heveslenip, "En iyisi ben bu çantaya daha minimal bir yaklaşım kazandırayım" diyerek tekrar başladım çalışmaya. Ütü yardımıyla düzleştirdiğim ince kumaş şeritlerini (çok da düzgün gözükmeyen) dikişlerle pencerelerin etrafına yerleştirdim. Üstün dikiş yeteneğim sayesinde, iki pencereyi farklı boylarda yapmayı başardım! Ama olsun...

Bundan sonra, kafamı en çok kurcalayan kısıma, TARDIS'in detaylarına geldik. 10. Doktur'un, yani David Tennant'ın TARDIS'ini yapmaya karar verdiğim için bir "Police Public Call Box" yazısına, bir de kapıdaki "Police Telephone ..." tabelasına ihtiyacım vardı. 11. Doktor'un TARDIS'inde ayrıca "St. John's Ambulance" arması var, onu kullanmadım. Meraklısına: 
10. - 11. TARDIS'ler yan yana.

Bu kadar detaylı görselleri elle işleyip düzgün bir şey yapabilmem tamamen mantıkdışı olduğundan, daha düzgün gözükecek ve pratik bir çözüm düşünmeye başladım. Tişört baskısı yapan yerlere gitsem dedim, baskı kalitesine güvenemedim. Reklamcılara gitsem, mantıksız miktarlarda para isteyecekler. Sonunda çözümü buldum, düğün fotoğrafçılarının sıkça kullandığı kanvas üzerine baskı tekniğini kullanmaya karar verdim. Google'da bulduğum (düşük çözünürlüklü) görselleri temel alıp, Photoshop ile tekrar işledim tabelaları. Başlamışken bir de DW logosu ekledim. Flashdisk'i aldığım gibi Foto İrem'e, Serdar Abi'ye koştum. Bol yedekli baskı yaptık, Serdar Abi benim için vernikledi (kokudan kafamız güzel oldu) böylece dikişte kullanılacak kadar ince ve uzun süre idare edecek kadar dayanıklı detay baskılarım oldu. (Serdar abi, çanta için çok kullanışlı olmayacağını, çanta kullanıldıkça sürtünmeden aşınacağını söyledi ama elimdeki en uygun teknik bu olduğundan, çantayı da her gün kullanmayı düşünmediğimden kanvas baskıyı tercih ettim.)

Baskıları makasla kestiğimde kenarlarının düzgün olmadığımı fark ettikten sonra çok daha garantili bir yöntem kullandım: Metal cetvel ve maket bıçağı.

İkinci endişem, vernik ve ütü ikilisinden kaynaklandı. Bu kullandığımız vernik, sıcak metale maruz kaldığında eriyecek mi, erimeyecek mi? Ütüyü kullanılmaz hale getirmemek için, mutfakta kullanılan yağlı kağıttan bir tabakanın arasında ütüledim kanvası. Sonuç: vernik sıcak ütüyle karşılaşınca erimiyor.

Karar vermem gereken üçüncü konu; "bu parçaları dikerken kenarlarını içeri kıvırmam gerekiyor mu?" oldu. Baskıya hazırlarken öyle yapabileceğimi düşünüp, kenarlarda yarım santimetre kadar pay bırakmıştım. Yedek baskılarım olduğu için, DW logosuyla başlayıp, önce kenarlarını katlayarak ütülemeyi denedim. Köşelerde 4 kat olan kanvas çalışmayı çok zorlaştırdı ve köşeler hemen zedelendi. O yüzden küçük parçaları (logoyu ve kapıdaki tabelayı) katlamadan kullandım. Bu arada, siyah zemin üstündeki logonun kenarları bembeyaz gözüktüğü için kaligrafi kalemiyle boyadım. Asetat kalemi, CD kalemi gibi kalemler de kullanılabilir burada. (Yanda, logonun katlanmış ve düz halleri var. Sağdakini kullandım.) Aslında TARDIS'in herhangi bir yerinde bulunmayan bu logoyu çantanın arka yüzünde kullandım, bomboş kalmasın istedim. Police Box şeridini ise alt ve üstlerini katlayıp iki katlı diktim, 4 katlı köşe olmadığı için sorun çıkmadı ve güzel gözüktü.

Bu parçaları yamuk dikmemek için önce kaba dikişlerle yerlerini belirledim -bu yaptığım şeye teyel deniyor olabilir,- sonra kenarlarını yine elimden geldiğince düzgün biçimde (yani, pek düzgün değil) diktim. Böylece el yapımı olacak bütün detayları tamamladım, kenar dikişlerinin yerlerini işaretledim, astar kumaşı ve taslak hazırlarken model aldığım çanta ile birlikte terziye götürdüm. Ölçüleri aynı olmasa da, benzer parçalarla ve aynı dikiş tekniği ile birleştirilecek şekilde yaptım çantayı. Terzinin ellerine teslim etmeden önce çantamın son durumu böyle idi:


Sonunda terzi aradı, çantayı yaptım dedi. Koşa koşa gittim vee... Kare bir çantayla karşılaştım. Benim işaretlediğim yerlerden yapınca çok dar oluyormuş. "Zaten öyle olması gerekiyor" dedim, sökülüp tekrar dikilmek üzere terzide bıraktım çantamı. Haftalar sonra kadını aradım "ayyy tatlım ben unuttum onu ya, hemen yapayım." dedi. Bu konuşmadan 2-3 hafta sonra, nihayet, çantama ulaşabildim. Sonra da bütün beklentim "psssstt..." sesi çıkararak söndü. Tam olarak istediğim şeye ulaşabilmek için, dikiş makinesini doğru düzgün kullanmayı öğrenmem gerektiğine kesinlikle karar verdim artık. Sonuç çok kötü değil elbette, ama tam olarak aklımdaki gibi de değil. İşte çanta:



Yan dikişleri -yine- benim ayarladığım yerlerden yapılmadığı için simetrisi bozulmuş. Zaten pencerelerin boyu birbirini tutmuyordu, şimdi bir de yüzeyin ortasında değiller. Ayrıca siyah kanvas şeridin kenarları aşınmaya başlamış bile. Yine de, ilk deneme için fena olmadı sanırım. Bir ara gezmeye çıkaracağım kendisini.

Bu arada, çantamın uzuuun terzi gezisinden dönmesini beklerken, elimde kalan kumaşla küçük küçük TARDIS'ler yaptım. İki tablet kılıfı, iki telefon kılıfı yaptık evde. Tablet kılıflarından biri bende, diğer kılıflar ise yeni sahiplerine gitti. O sırada, pek sevdiğim arkadaşım Evren de bana bir TARDIS beresi ördü, yılbaşı hediyesi olarak gönderdi. Böylece evin her yerini çeşitli boyda TARDIS'ler kaplamış oldu. En sonunda, Evren ve ben sanayiye gidip kendimizi fiberglasla kaplatıp, TARDIS gibi boyamaya kalkışacağız galiba. Korkuyoruz!

Not: TARDIS'i her seferinde büyük harflerle yazmamın nedeni, bir kısaltma olması ve BBC de dahil olmak üzere tüm kaynaklarda böyle kullanılmasıdır. Lütfen "neden büyük harf" diye sinirlenmeyin bana. ^.^

Paslanmaz Çelik Sıçan hakkında

Bu yazıya neredeyse "ahahahah ahahah" diye başlayacaktım. Birkaç dakikadır anlamsızca gülüyorum. Az önce aklıma bir şeyler takıldı, Paslanmaz Çelik Sıçan serisini aradım Google'da. Açtığım ilk sayfada (yani Wikipedia'da) bulduğum şeyi yazmadan edemedim.

Daha önce, Paslanmaz Çelik Sıçan'ın İntikamı adlı kitabı anlatırken şöyle demiştim:
"Ah yahu Metis, ne diyeyim ben size! Üç gündür, Paslanmaz Çelik Sıçanın İntikamı'na baktıkça Metis'e söyleniyorum, içten içten homurdanıyorum. Bu kitap, Paslanmaz Çelik Sıçan ile başlayan serinin beşinci kitabıymış. Hangi mantıkla "Biz bu serinin ilk kitabını yayımladık; şimdi aradaki üç kitabı atlayıp beşinciye geçelim" dediniz? Hadi içinizden biri bu öneriyi sundu, bir tane aklı başında insan çıkıp "Saçmalama!" demedi mi?"
Az önce öğrendiğime göre, Paslanmaz Çelik Sıçan, bu serinin dördüncü kitabıymış! Hemen arkasından da beşinci kitap olarak Paslanmaz Çelik Sıçanın İntikamı geliyormuş. "Arada ne oldu acaba" diye merak ettiğim yerler zaten hiç yazılmamış. Şurada, bu serideki kitapları kronolojik olarak görebiliyoruz. In-series chronology parametresi ile sıraladığımızda, seri içindeki tarihe göre sıralanıyor; release date ile sıraladığımızda ise görülüyor ki bir Vakıf serisi, bir Star Wars karmaşası yaratabilir bu kitaplar da. Serinin on ikinci kitabı 1993'te, on birinci kitabı 2010'da, onuncu kitabı ise 1999'da yayımlanmış mesela.

İngilizce orijinallerini edinip okumak isteyen olabilir, birilerine faydası olur belki diye bu Wikipedia linkini ekleme gereği duydum. Bir de daha sonra lazım olursa kolay bulayım diye!

8 Şubat 2014

Eve Dönüş


Eve Dönüş - The Homecoming
Ray Bradbury
İllüstratör: Dave McKean
Çeviren: Elif Ersavcı
İthaki Yayınları
Şubat 2013 (1. basım)
56 sayfa

Ray Bradbury'nin ilk dönem eserlerinden biri olan Eve Dönüş Türkçe'ye çevrilip İthaki tarafından yayımlandıktan sonra bu kitabın adıyla karşılaştığım her web sitesinde, her blogda ne kadar masalsı bir dili olduğu, Bradbury'nin bu masalının klasik bir cadılar bayramı masalı olmayı ne kadar hak ettiği, ne kadar başarılı, ne kadar büyüleyici, ne kadar yürek burkan, ne kadar, ne kadar, ne kadar... böyle şeyler işte... olduğu yazılıydı. Hatta çok eğlenerek izlediğimiz Addams Ailesi'ne de ilham kaynağı olduğunu öğrenip* iyice meraklandım. Dolayısıyla, yıllardır okuduğum en iyi masalı okuyacağım beklentisiyle açtım kitabın kapağını.

Yani... Hmm... Evet. Masal güzel, konu güzel, Bradbury'nin anlatımı güzel, Dave McKean'in illüstrasyonları çok güzel. Üstelik, daha önce bahsettiğim Bradbury kitaplarından da anlaşılacağı üzere, kendisinin büyük bir hayranıyım. Fakat, itiraf ediyorum, bu kitabın yere göğe sığdırılamayışına hiç anlam veremedim. Yanlış anlaşılmak istemem, çok keyifli bir masal ve bu kitabı severek okudum. Ama yine de, hakkında düzülen methiyeler abartılmış gibi geldi bana. (Hani, araya İngilizce sözcük sıkıştırmamak için bu kadar debelenmesem "overrated" diyeceğim.)

Bu arada, kitap hakkında biraz araştırma yapayım dedim, şu sitede masalın orijinalini buldum (tam metin değil.) Rastgele göz atmaya başlayınca çeviri ile farklılıkları olduğunu fark ettim. İngilizcesinin tamamını okumadım, yine de gözüme çarpan bir diyalogu Türkçe/İngilizce aktarmak istiyorum:
Timothy şaşkınlık içinde baktı.
"Einar Amca bu kadar iri mi? Boyu iki metre mi?"
"İki buçuk metre!"
Timothy tabutu parlattı. "Peki yüz kilo mu?"
Horultulu bir kahkaha attı Baba. "Yüz elli kilo! Ya tabutun içi nasıl?"
"Kanatlar için yer mi var?"
"Evet," dedi Baba gülerek, "Kanatlar için yer var!"

While waxing it, Timothy looked inside.
"Uncle Einar's a big man, isn't he, papa?"
"Umm."
"How big?"
"The size of the box'll tell you."
"Seven feet tall?"
"You talk a lot."
Timothy made the box shine. "And he weighs two hundred and five."
Father blew, "Two hundred and fifteen."
"And space for wings!"
Father elbowed him. "You're doing that wrong. This way. Watch!"
İngilizce metne baktıkça, masalın Türkçe çevirisi orijinaline göre "sevimlileştirilmiş" gibi geldi. Karanlık bir cadı masalını, tatlı bir çocuk masalına çevirmişler ve bunu fark edince Eve Dönüş için yazılan bütün güzellemelerin eğreti durmasının nedenini anladım. Hatta elimdeki çeviride hiç yer almayan bölümler bile buldum! Sanırım, PDF'i hazırlarken masala yeni şeyler eklediklerini düşünmek pek mantıklı olmaz. Yayınevi neden böyle bir şey yapmış, hiç anlamadım. Çoğunlukla çeviri eserler okuduğum için de, "acaba orijinal eserlerde olup çevirilerde yer alamayan neleri kaçırıyoruz?" diye düşünüp çok üzüldüm. Bu arada, masalı orijinaliyle karşılaştırıp "Bir dakika ya, ne oluyor" desem de, çeviride hiçbir kusur bulamadığımı söylemeliyim. Elif Ersavcı; Bradbury'nin masalsı, şiirsel anlatımını kesinlikle çok başarılı aktarmış.

Eve Dönüş'ün konusuna gelince... Addams Ailesine ilham kaynağı olmasından da anlaşılacağı gibi her birinin farklı özellikleri olan, gündüzleri tabutlarda uyuyup gece yaşayan (kitapta hiç "vampir" lafı geçmese de öyle diyebileceğimiz) bir ailenin, tamamen normal olan çocuğunu anlatıyor masal. Çevresine (herhangi bir yönden) uyum sağlayamayan herkesin kolayca tanıyacağı diğerleri gibi olma özlemini anlatmış Bradbury. McKean'in birbirinden güzel illüstrasyonlarını çok sevdim. Hatta, kitabın sayfalarını çevirdikçe okumayı unutup desenleri incelerken buldum kendimi.

Kalın ciltli, çift kapaklı, çok kaliteli baskısı ile, okurken keyif veriyor. Masalın kendisi de bir çırpıda bitecek, çok keyifli bir çocuk masalı halinde sunulmuş bize. Kitabı okumanızı öneririm, fakat ben ilk fırsatta İngilizce tam metnini okumayı planlıyorum.


Ek:  Yazıyı bitirmeden önce başka sitelerde neler yazıldığına biraz daha bakayım dedim. Kayıp Rıhtım'daki başlıkta M. İhsan Tatari şöyle demiş: "Hikayenin orijinal versiyonunu okumuş biri olarak bu edisyonunu çok kırpılmış buldum. Timothy'nin kardeşleriyle olan diyalogları vs kitapta bulunmuyor maalesef. Tabii bu yayın eviyle ilgili bir durum değil, edisyonun aslı böyle. Ama dediğim gibi, öykü formatını okurken aldığım keyfi alamadım." Yani, İthaki'ye birazcık haksızlık yapmış olabilirim; yine de neden tam metinden çeviri yapmadıklarını hiç anlamadım.

5 Şubat 2014

Dünya Öykü Günü etkinliği, Eskişehir

Az önce Öykü Yıllığı'nda gördüm, belki takip etmeyenler vardır diye paylaşmak istedim. 15 Şubat'ta, Eskişehir'de bir Dünya Öykü Günü etkinliği varmış. Etkinlik programında "Bilim kurgu öyküleri" başlığını da görünce kaçırmamam gerektiğine karar verip ajandamda işaretledim bile!


Ek: Özdilek Sanat Merkezi, Özdilek AVM'de değilmiş. Ben öyle sanıyordum, kalkıp oraya gidecektim. Kızılcıklı'da bir ara sokaktaymış, yeşil okla işaretlenen sokakta:


Daha Büyük Görüntüle

1 Şubat 2014

Kılıç Artığı (Gizlenen Bir Şairin Portresi)


Kılıç Artığı (Gizlenen Bir Şairin Portresi)
İlhan Şevket Aykut
Hazırlayan: Zeki Coşkun
Yapı Kredi Yayınları
Nisan 2000 (1. basım)
202 sayfa

Edebiyatta en uzak olduğum tür şiir sanırım; yıllar önce okuduğum ve çok sevdiğim Orhan Veli dışında çok fazla şair tanıdığımı ve okuduğumu söyleyemem. Özellikle, kendi kitabını kendi bastırıp dağıtan ve çoğunlukla düşündükleri kadar yetenekli olmayan amatör şairler dolayısıyla şiir kitabı sözünü duyduğum yerlerden koşarak uzaklaşmak istiyorum. Zorla imza gününe götürüldüğüm, tanıdık bir amatör şair ile ilgili travmatik anılarım var! O zaman, bu şiir kitabı nereden çıktı? Şöyle oldu: çok sevdiğim kitapçım Faruk Bey, bu gördüğünüz kitabı okumam için bana ödünç verdi. İlhan Şevket Aykut'un çok ilginç bir hayatı olduğunu ve okumamı istediğini söyledi, ben de kendisinin kitap önerilerine olan sonsuz güvenimle "Peki madem, hayat hikayesini okurum ama şiirlerini okumam, bak şimdiden söylüyorum." dedim.

Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm Zeki Coşkun'un kaleminden çıkmış; İlhan Şevket'in hayatını ve bu kitabın ortaya çıkışını anlatıyor. İkinci bölümde, Şair'in ölümünün ardından dostlarının yazdığı yazılar ve anıları var. Son bölüm ise şiirlerine ayrılmış.

İlhan Şevket Aykut 1907 yılında Bingazi'de doğmuş, hayatının büyük kısmını İstanbul'da geçirmiş. İstanbul Üniversitesi'nde hukuk eğitimini tamamlamış fakat iki yıl hakimlik stajı yaptıktan sonra hukuk alanından tamamen uzaklaşmış. Bir yandan üniversitede felsefe derslerine devam ederken, bir yandan da Galatasaray Lisesinde öğretmenlik yapmaya başlamış. Açıklamaktan çekinmediği fikirleri ve boyun eğmeyen tavrı ile dikkat çekip okuldan okula sürülmeye başlayınca öğretmenlikten istifa etmiş ve devlet tarafından sürekli izlendiği korkusuyla gizli bir hayat yaşamaya başlamış. 1991 yılında, 85 yaşına girmek üzereyken aramızdan ayrılmış.

"Gizli bir hayat" derken, gerçekten gizli yaşamış 50 yıl boyunca; yakın dostları bile ev adresini, nerede yaşadığını bilmezlermiş; önceden belirlenmiş zamanlarda dışarıda ya da dostlarının evlerinde buluşurmuş ve hayatına giren kadınlar bile evini hiç bilmezlermiş. Her zaman çok şık giyinen, sanat çevresi ile samimi olan İlhan Şevket memurluktan istifa ettikten sonra bir süre çeviriler yapmış ya da başkaları için tez yazmış fakat bu pek uzun sürmemiş; hayatının büyük kısmını işsiz geçirmiş. Bunu okuyunca, acaba insanın bir münzevi hayatı yaşaması için de aileden zengin olması mı gerekiyor diye düşündüm. Ne de olsa, masrafları ne kadar az olursa olsun, parasız yaşamak pek kolay değil. Bunu düşündükten sadece birkaç sayfa sonra şu cümleleri okudum:
"Örneğin emekli subay olan babası, daha öğrencilik yıllarında, 'Senin görüşlerin yüzünden maaşımdan olacağım' serzenişinde bulunuyor. O da, 'Merak etme, olmazsın' yanıtını verip aileyle tüm bağlarını kopartıyor. O tarihten itibaren annesi, babası, kız kardeşiyle bir daha asla görüşmüyor."
Hayat hikayesinin ilerleyen sayfalarında, yıllar sonra babasından kalan mirası da reddettiğini yazmış Zeki Coşkun. Şair, birkaç yakın dostunun oluşturduğu fon ile, çok kısıtlı bir bütçe ile yaşamış yıllar boyunca. Keskin zekası, çeşitli konulardaki görüşleri ile pek çok insanı etkilemiş olan İlhan Şevket, yaşamı boyunca hiçbir şiirini yayımlamadığı gibi, gençliğinde yazdığı şiirleri de yok etmiş. Yaşamının sonlarına doğru şiirlerini yayımlamaya ikna etmişler fakat son anda yine vazgeçmiş ve "Ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın." demiş. Hayatı boyunca başının dikine giden bu ilginç adam, ölümü konusunda da kararı başkasına bırakmamış, 84 yaşının son gününde içtiği iki kutu kalp ilacıyla hayatına son vermiş.

Okumam diye düşündüğüm halde, İlhan Şevket Aykut'un şiirlerini de okudum, daha doğrusu biraz göz attım diyelim. Şiirden hiç anlamadığım için, anlatmaya ya da değerlendirmeye kalkışmıyorum. Fakat böyle ilginç bir hayatı okumak çok hoşuma gitti. Kitapta anlatılan birçok ilginç anıyı, Şair'in kişiliğini anlatamadım burada, hakkında çeşitli bilgiler içeren bloglar ve web siteleri var. Bir de, İlhan Şevket, sık sık "...bu İnsan'la ne yapacağız, ama ne yapalım ki başka İnsan yok." diye söylenirmiş, yazmadan geçemedim.

Ek: Nefertiti'nin çok yerinde sorusunun cevabını yazıya ekleme gereği duydum. Kitapta geçtiği şekli ile:
Yazdıklarına Bir Kılıç Artığının Notları adı verilebilir çok rahatlıkla. Yakışır da.
Sonuçta bir kılıç artığı İlhan Şevket. Zora baş eğmiş, teslim olmuş, geri çekilmiş ama değişmemiş.
Belki de asıl dramatik olan, bu toplumda sayısız örneği bulunan "yaralılar"dan değil o. Kılıç hiç değmemiş tenine. Kılıcı uzaktan görmek, sallandığını bilmek, şakırtısını duymak yetiyor her şeye. Ve kılıç benliğinin üstünde hükmünü icra ediyor, korku krallığını ilan ediyor. Sonrası bunlarla ve dolayısıyla kendisiyle, dolayısıyla her şeyle amansız bir mücadele.