21 Ağustos 2014

Sessiz Gezegenin Dışında


Sessiz Gezegenin Dışında (Kozmik Üçleme 1) - Out of the Silent Planet
C.S. Lewis
Çeviren: Fethi Aytuna
Kabalcı Yayınevi
Temmuz 2005 (1. basım)
225 sayfa

* Okuma şenliği için bir üçleme. (1/3)

Narnia Günlükleri serisinin yazarı, ayrıca Tolkien'in de yakın arkadaşı olan Clive Staples Lewis'in Kozmik Üçlemesini okumaya başladım. Hatta ikinci kitabı yarıladım ama Sessiz Gezegenin Dışında'dan bahseden bir yazı yazmak yerine sürekli başka şeylerle oyalandım. Öncelikle, Sessiz Gezegenin Dışında (ve elbette devam kitapları) her türlü kaynakta bilim kurgu janrına dahil edilmiş ama fantastik kurgu desek de yanlış olmaz. Hatta, bence Kozmik Üçleme adını "Gulliver'in Güneş Sisteminde Gezileri" olarak bile değiştirebiliriz; bir de baş karakterin adını değiştirmemiz gerekir elbette. Neyse.

Yaz tatillerinde uzun doğa yürüyüşleri yapmayı seven bir öğretim üyesinin, hava kararmadan önce kalacak bir yer bulmaya çalışması ile başlıyor roman. Cambridge Üniversitesinde dilbilimci olan Ransom, konaklayacak bir pansiyon bulma umudu tükenmişken, küçük bir evin kapısından fırlayan bir kadınla karşılaşıyor. Yakınlarda bulunan bir evde iki profesörün yaşadığını, kadının oğlunun o evde çalıştığını öğreniyor ve meslektaşlarının kendisine yardımcı olabileceğini düşünerek bu eve doğru yöneliyor. Evin tekinsiz görüntüsü karşısında cesareti kırılsa da evin kapısına kadar gitmeyi başarıyor ve orada çalışan çocuğun "Bırakın da eve gideyim" diye haykırdığı bir kargaşa ile karşılaşıyor. Çocuğu evine göndermek için tartışırken, ev sahiplerinden birinin eski bir okul arkadaşı olduğunu fark ediyor ve şahit olduğu şüphe uyandırıcı duruma rağmen geceyi geçirmek üzere eve giriyor. Ransom'ın eski arkadaşı olan Devine, Weston adlı bir fizikçi ile paylaştığı evde misafirine içki ikram ediyor ve sohbet etmeye başlıyorlar. Devine, Ransom'ın evli olmadığını, tatilde nereye gittiğini kimsenin bilmediğini ve dersleri tekrar başlayana kadar kimsenin yokluğunu fark etmeyeceğini öğreniyor. Bu arada yorgunluktan bayılmak üzere olan Ransom, gittikçe uyuşuyor ve bilinci bulanıklaşmaya başlıyor.

Ransom, karanlık bir odada uyanıyor, odanın tavanından soluk bir ışık geliyor ve duvarlar alışılmadık bir perspektifle yukarı doğru genişliyor. Sonunda, iki çılgın profesörün kendisini bir uzay gemisine taşıdıklarını ve Malacandra dedikleri bir gezegene ulaşmayı hedefleyen yolculuklarının bir ay süreceğini öğreniyor. Kitabın bilim kurguya en yaklaştığı bölümler bu yolculuk ve geminin tasviri. Küresel bir formda üretilmiş olan gemi, küçük kütlesine rağmen bir çekim alanı oluşturuyor ve uzay boşluğunda hareket ettikleri sürece kürenin merkezi "zemin" oluyor, daha büyük bir gök cismine yaklaştıklarında ise yer çekimi etkisine kapılan gemide, gök cismine yakın olan taraftaki duvarlar zemin haline geliyor, tüm odaların tavanı-zemini-duvarları birbirinin yerini alıyor. Bu arada Ransom uzayın büyüsüne kapılıyor:
"Yıllar boyunca 'uzay' kavramını dünyaları birbirinden ayıran karanlık, soğuk bir boşluk ve mutlak cansızlıktan ibaret kasvetli bir ortam olarak okumuştu. O ana kadar da bunun kendisini nasıl da etkilemiş olduğunun farkında bile değildi - ama şimdi aynı 'uzay' tanımını, içinde yüzdükleri bu parlak ve semavi okyanusa yapılmış kâfirce bir iftira olarak algılıyordu. Ransom buraya 'ölü' diyemezdi, durmaksızın içine akan yaşamı her an hissedebiliyordu. Bütün bu dünyalar okyanusu ve onların üstünde doğmuş bütün o yaşamlar doğrudan onun içinden beden bulduğuna göre, hissettiklerinin aksi nasıl düşünülebilirdi?"
("Space" sözcüğünün hem uzay, hem de boşluk anlamına geldiğini hatırlayınca, Ransom'un uzay sözcüğünü iftira olarak nitelemesi daha anlamlı oluyor sanırım.)
Uzun yolculuklarının sonuna yaklaşırken, Ransom yol arkadaşlarının bir tartışmasına kulak misafiri oluyor ve kendisinin, Malacandra'da yaşayan Sorn adlı canlılara teslim edilmek üzere kaçırıldığını öğreniyor. Sonunda Malacandra'ya ulaşıyorlar, biz de alabildiğine naif bir gezegen tasviri görüyoruz. Güneş Sistemimizin gezegenlerinden biri olan Malacandra'nın atmosferi solunabiliyor, yoğunluğu ve sıcaklığı alışılmışın dışında olsa da suları içilebiliyor, sürekli buharlaşan su kaynaklarına rağmen gökyüzünde asla bulut oluşmuyor, yer çekimi Dünya'dan daha düşük olduğu için tüm yer şekilleri ve bitkiler bize göre biraz fazla uzun ve ince olsalar da; yabancı bir gezegene göre her şey bir insan için fazlasıyla makul.

Ransom kendisini kaçıranların yanından kaçmayı başarıyor, açlığın da etkilediği sanrılar nedeniyle aklını kaçırdığından şüphelendiği birkaç gün geçirse de kendine gelmeyi başarıyor ve bir gün Malacandra'nın bilinçli ve zeki yerlilerinden biriyle karşılaşıyor: Yaklaşık iki metre boyunda, kalın siyah kıllarla kaplı, perdeli ayakları olan ve çok iyi yüzen bir Hross. Dilbilimci Ransom, yaratığın konuşabildiğini hemen fark ediyor, işaretler ve karşılıklı söylenen tek kelimelik cümleler ile yarım yamalak bir iletişim kuruyorlar ve Ransom, Hross'un peşine takılıp yaşadığı köye giderken dillerini de hızla öğrenmeye başlıyor.

Malacandra, biz Dünyalıların Mars olarak tanıdığı, Güneş Sisteminin dördüncü gezegeni. Az önce dediğim gibi, atmosferi rahatlıkla solunabiliyor ama canlıların evrimi bizimkinden çok farklı bir yol izlemiş. Yalnızca Hrosslar ve Sornlar değil, bir de Pfifltrigg adlı canlılar sosyal yapıyı paylaşıyorlar; bütün bu grupların farklı özellikleri ön planda ve birbirleri ile uyum içinde yaşıyorlar. Ayrıca Eldila diye adlandırdıkları, neredeyse yarı-tanrı olan, ışığı geçirdikleri için çok zor görülen varlıklar, Maleldil ve Oyarsa denen, ölmeyen, üremeyen, yaşlanmayan, farklı bir boyutta yaşayan ama Malacandalılarla sürekli iletişim halinde olan varlıklar var. Ransom bütün bu yabancı zekaları anlamaya çalışıyor, neyse ki mesleği gereği dillerinde çabucak ustalaşıyor ve çok bilge bir Sorn'un şu anlattıklarını anlayabiliyor:
"Bizim duyularımızla hissettiğimiz en hızlı şey ışıktır. Biz aslında ışığı görmeyiz, yalnızca onun aydınlattığı daha yavaş şeyleri görürüz ve bu yüzden de ışık bizim için sınırdır - nesnelerin bizim için çok fazla hızlı hale gelmesinden önce bildiğimiz son şeydir. Sonuçta bir eldil'in bedeni ışık kadar hızlı bir harekettir; onun bedeninin ışıktan oluştuğunu söyleyebilirsin, ama bu, eldil'in kullanacağı anlamda bir ışık değildir."
Bir yandan Malacandra'nın yerlileri ile etik ve felsefe tartışan Ransom, bir yandan da kendisini buraya getiren adamlardan saklanmaya ve planlarını bozmaya çalışıyor. Devine'ın tek hedefi gezegende bol bulunan altın madenleri iken; büyük fizikçi Weston, insan soyunun sürmesi için Malacandra'nın işgal edilmesi ve yerli halkın yok edilmesi gibi çok daha büyük planlar peşinde. Olaylar olayları, tartışmalar tartışmaları kovalarken sonunda Ransom, Weston ve Oyarsa (yani ışık kadar hızlı yaratıkların en üstünü) bir araya geliyorlar. Oyarsa, neden bizim gezegenimize Sessiz Gezegen dediklerini anlatıyor; kendi gezegeninin halklarından olmayan Weston ve Devine'a ölüm cezası veremeyeceğini, ancak evlerine dönmeleri gerektiğini söylüyor.

Bu kitabı okurken çok sıkıcı bulmadım ama ikinci kitabın ortalarına kadar gelmişken biraz sıkılmaya başladım. Lewis'in kurguladığı ve bitkilerine, renklerine kadar betimlediği gezegenler çok güzel ama Sessiz Gezegenin Dışında kitabındaki karakterler salt iyi ve kötü olarak ayrılmışlar, çok inandırıcı, gerçek karakterler değiller. (Evet, bir Marslı da inanılası bir karakter olabilir. Bkz: Mars Yıllıkları) Bakalım üçleme bitince fikrim değişecek mi.

Son olarak, ismini bu kitaptan alan bir Iron Maiden şarkısı varmış meğer, yazıyı yazarken birkaç kez dinledim. Siz de dinlemek isterseniz böyle devam edelim:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder