30 Ağustos 2014

Kitaplığımdaki En İyi 10 Kitap Kapağı

Bu etkinliği Yosunca blogunda gördüm, çok keyifli gözüküyordu. Hazır elimdeki kitabı (Kozmik Üçleme'nin ikincisini) bir türlü bitirememişken blog hareketlensin diye ben de yapmak istedim. Evet, Perelandra adlı kitabı bitiremiyorum. 10-15 sayfa kaldı ama azimle ve inatla bitmiyor, kitap beni hiç sevmedi. Neyse, dün akşam kitaplığımı kurcaladım, kapaklarını çok sevdiğim kitapları ortalığa döktüm. Bu arada fark ettim ki, bilim kurguların kapaklarını çoğunlukla beğenmiyormuşum. (Güzel sanatlar mezunuyum ben, her türlü görsel tasarımı eleştirmek doğamda var, duramıyorum.) Listeyi sekiz kitapta bırakmak üzereydim ama şımarıklık yapmadım, 10'a tamamlamayı başardım, hatta 12 bile oldu. Fakat bu seçtiğim kitapları kendi aralarında sıralayamadığım için, buraya alfabetik olarak eklemeyi tercih ettim.

Asosyal Bir Sosyalist - Bernard Shaw, Salyangoz Yayınları

Kurşun kalem ile yapılmış gibi gözüken kapağına bayıldığım için almıştım bu kitabı. Kapak resmini Pınar Kısa Met yapmış.
Azazel - Isaac Asimov, Bantam Spectra

Azazel'ın kapağındaki illüstrasyonu, özellikle de kafasını 
çevirmiş bana bakan küçük iblisi çok sevimli buluyorum. ^.^ 
Bir de, kapakta kullanılan renk üçlemesini seviyorum, hatta bir ara üşenmeyip blogun tasarımını değiştirebilirsem tam da bu renkleri kullanmayı planlıyorum.
Bekleyiş Unutuş - Maurice  Blanchot, MonoKL Yayınları

Mümkün olduğunca minimalist olan bu kapağın hem rengini, 
hem de (fotoğrafta çok belli olmasa da) dokulu mat kartondan 
yapılmış olmasını ve selofan kaplı olmamasını çok seviyorum.
Selofan nedir ya!
Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş, İletişim Yayınları

Kitabın kendisi kadar karanlık olan bu resim
 Komet adıyla tanınan ressam Gürkan Coşkun'un eseri.
Murtaza - Orhan Kemal, Cem Yayınevi

Murtaza'nın sahne uyarlamasını tam da bu kapaktaki gibi, 
bir karikatür dergisinden canlanmış gibi gözüken bir dekorda 
izleyip çok sevmiştim. Kapak resmi Mehmet Sönmez'e ait.
Operadaki Hayalet - Gaston Leroux, İthaki Yayınları

İthaki'nin bu tarzdaki kapaklarını çok beğendim.
Gulliver'in Gezileri de aynı tarzda yapılmış,
kuru kafa yerine dalga illüstrasyonu kullanılmıştı.
Ama bu kapaktaki Viktoryan çağrışımlı
kuru kafayı daha çok sevdim.
Otomatik Portakal - Anthony Burgess, Bilgi Yayınevi

Bu kapak çalışması Fahri Karagözoğlu'nun elinden çıkmış
ve kitabın gördüğüm diğer kapaklarının hepsinden daha güzel.
Bütün Öyküleri 1, 2, 3 - Edgar Allan Poe, Dost Kitabevi

Poe öykülerine çok uyan bu kapakları kim yapmış bilmiyorum, çünkü künyede bununla ilgili bir bilgi yok. Ama "Dikkat, kabuslara neden olabilir" yazan bir uyarı levhası olabilecek yeterlilikte kapaklar olmuş.
Tembellik Hakkı - Paul Lafargue, Kırmızı Kedi Yayınevi

Bende bu kitabın elektronik versiyonu vardı, sırf şu gördüğünüz kapak ve aynı temalı ayraç çok güzel olduğu için kitabı aldım. Pişman değilim, yine olsa yine aynı şeyi yaparım.
 Yer Açın! Yer Açın! - Harry Harrison, Metis Yayınları

Kapaktaki görsel, Hieronymus Bosch'un Last Judgement adlı
eserlerinin birinden bir detay. (Aynı temayı defalarca işlemiş.)
Üç panelli tablonun  tam hali için buraya tıklayabilirsiniz. Bosch'un
bu karmakarışık mahşer yeri, kitabın temasına da
mükemmel biçimde uyuyor.



 
Benden bu kadar. Bence bütün kapaklar minimal olsun, tasarımcılar less is more desin. Çünkü bence ben haklıyım. Ayrıca basın yayın alanında yüksek lisansa başlıyorum. Yayınevleri, beni bekleyin!

21 Ağustos 2014

Sessiz Gezegenin Dışında


Sessiz Gezegenin Dışında (Kozmik Üçleme 1) - Out of the Silent Planet
C.S. Lewis
Çeviren: Fethi Aytuna
Kabalcı Yayınevi
Temmuz 2005 (1. basım)
225 sayfa

* Okuma şenliği için bir üçleme. (1/3)

Narnia Günlükleri serisinin yazarı, ayrıca Tolkien'in de yakın arkadaşı olan Clive Staples Lewis'in Kozmik Üçlemesini okumaya başladım. Hatta ikinci kitabı yarıladım ama Sessiz Gezegenin Dışında'dan bahseden bir yazı yazmak yerine sürekli başka şeylerle oyalandım. Öncelikle, Sessiz Gezegenin Dışında (ve elbette devam kitapları) her türlü kaynakta bilim kurgu janrına dahil edilmiş ama fantastik kurgu desek de yanlış olmaz. Hatta, bence Kozmik Üçleme adını "Gulliver'in Güneş Sisteminde Gezileri" olarak bile değiştirebiliriz; bir de baş karakterin adını değiştirmemiz gerekir elbette. Neyse.

Yaz tatillerinde uzun doğa yürüyüşleri yapmayı seven bir öğretim üyesinin, hava kararmadan önce kalacak bir yer bulmaya çalışması ile başlıyor roman. Cambridge Üniversitesinde dilbilimci olan Ransom, konaklayacak bir pansiyon bulma umudu tükenmişken, küçük bir evin kapısından fırlayan bir kadınla karşılaşıyor. Yakınlarda bulunan bir evde iki profesörün yaşadığını, kadının oğlunun o evde çalıştığını öğreniyor ve meslektaşlarının kendisine yardımcı olabileceğini düşünerek bu eve doğru yöneliyor. Evin tekinsiz görüntüsü karşısında cesareti kırılsa da evin kapısına kadar gitmeyi başarıyor ve orada çalışan çocuğun "Bırakın da eve gideyim" diye haykırdığı bir kargaşa ile karşılaşıyor. Çocuğu evine göndermek için tartışırken, ev sahiplerinden birinin eski bir okul arkadaşı olduğunu fark ediyor ve şahit olduğu şüphe uyandırıcı duruma rağmen geceyi geçirmek üzere eve giriyor. Ransom'ın eski arkadaşı olan Devine, Weston adlı bir fizikçi ile paylaştığı evde misafirine içki ikram ediyor ve sohbet etmeye başlıyorlar. Devine, Ransom'ın evli olmadığını, tatilde nereye gittiğini kimsenin bilmediğini ve dersleri tekrar başlayana kadar kimsenin yokluğunu fark etmeyeceğini öğreniyor. Bu arada yorgunluktan bayılmak üzere olan Ransom, gittikçe uyuşuyor ve bilinci bulanıklaşmaya başlıyor.

Ransom, karanlık bir odada uyanıyor, odanın tavanından soluk bir ışık geliyor ve duvarlar alışılmadık bir perspektifle yukarı doğru genişliyor. Sonunda, iki çılgın profesörün kendisini bir uzay gemisine taşıdıklarını ve Malacandra dedikleri bir gezegene ulaşmayı hedefleyen yolculuklarının bir ay süreceğini öğreniyor. Kitabın bilim kurguya en yaklaştığı bölümler bu yolculuk ve geminin tasviri. Küresel bir formda üretilmiş olan gemi, küçük kütlesine rağmen bir çekim alanı oluşturuyor ve uzay boşluğunda hareket ettikleri sürece kürenin merkezi "zemin" oluyor, daha büyük bir gök cismine yaklaştıklarında ise yer çekimi etkisine kapılan gemide, gök cismine yakın olan taraftaki duvarlar zemin haline geliyor, tüm odaların tavanı-zemini-duvarları birbirinin yerini alıyor. Bu arada Ransom uzayın büyüsüne kapılıyor:
"Yıllar boyunca 'uzay' kavramını dünyaları birbirinden ayıran karanlık, soğuk bir boşluk ve mutlak cansızlıktan ibaret kasvetli bir ortam olarak okumuştu. O ana kadar da bunun kendisini nasıl da etkilemiş olduğunun farkında bile değildi - ama şimdi aynı 'uzay' tanımını, içinde yüzdükleri bu parlak ve semavi okyanusa yapılmış kâfirce bir iftira olarak algılıyordu. Ransom buraya 'ölü' diyemezdi, durmaksızın içine akan yaşamı her an hissedebiliyordu. Bütün bu dünyalar okyanusu ve onların üstünde doğmuş bütün o yaşamlar doğrudan onun içinden beden bulduğuna göre, hissettiklerinin aksi nasıl düşünülebilirdi?"
("Space" sözcüğünün hem uzay, hem de boşluk anlamına geldiğini hatırlayınca, Ransom'un uzay sözcüğünü iftira olarak nitelemesi daha anlamlı oluyor sanırım.)
Uzun yolculuklarının sonuna yaklaşırken, Ransom yol arkadaşlarının bir tartışmasına kulak misafiri oluyor ve kendisinin, Malacandra'da yaşayan Sorn adlı canlılara teslim edilmek üzere kaçırıldığını öğreniyor. Sonunda Malacandra'ya ulaşıyorlar, biz de alabildiğine naif bir gezegen tasviri görüyoruz. Güneş Sistemimizin gezegenlerinden biri olan Malacandra'nın atmosferi solunabiliyor, yoğunluğu ve sıcaklığı alışılmışın dışında olsa da suları içilebiliyor, sürekli buharlaşan su kaynaklarına rağmen gökyüzünde asla bulut oluşmuyor, yer çekimi Dünya'dan daha düşük olduğu için tüm yer şekilleri ve bitkiler bize göre biraz fazla uzun ve ince olsalar da; yabancı bir gezegene göre her şey bir insan için fazlasıyla makul.

Ransom kendisini kaçıranların yanından kaçmayı başarıyor, açlığın da etkilediği sanrılar nedeniyle aklını kaçırdığından şüphelendiği birkaç gün geçirse de kendine gelmeyi başarıyor ve bir gün Malacandra'nın bilinçli ve zeki yerlilerinden biriyle karşılaşıyor: Yaklaşık iki metre boyunda, kalın siyah kıllarla kaplı, perdeli ayakları olan ve çok iyi yüzen bir Hross. Dilbilimci Ransom, yaratığın konuşabildiğini hemen fark ediyor, işaretler ve karşılıklı söylenen tek kelimelik cümleler ile yarım yamalak bir iletişim kuruyorlar ve Ransom, Hross'un peşine takılıp yaşadığı köye giderken dillerini de hızla öğrenmeye başlıyor.

Malacandra, biz Dünyalıların Mars olarak tanıdığı, Güneş Sisteminin dördüncü gezegeni. Az önce dediğim gibi, atmosferi rahatlıkla solunabiliyor ama canlıların evrimi bizimkinden çok farklı bir yol izlemiş. Yalnızca Hrosslar ve Sornlar değil, bir de Pfifltrigg adlı canlılar sosyal yapıyı paylaşıyorlar; bütün bu grupların farklı özellikleri ön planda ve birbirleri ile uyum içinde yaşıyorlar. Ayrıca Eldila diye adlandırdıkları, neredeyse yarı-tanrı olan, ışığı geçirdikleri için çok zor görülen varlıklar, Maleldil ve Oyarsa denen, ölmeyen, üremeyen, yaşlanmayan, farklı bir boyutta yaşayan ama Malacandalılarla sürekli iletişim halinde olan varlıklar var. Ransom bütün bu yabancı zekaları anlamaya çalışıyor, neyse ki mesleği gereği dillerinde çabucak ustalaşıyor ve çok bilge bir Sorn'un şu anlattıklarını anlayabiliyor:
"Bizim duyularımızla hissettiğimiz en hızlı şey ışıktır. Biz aslında ışığı görmeyiz, yalnızca onun aydınlattığı daha yavaş şeyleri görürüz ve bu yüzden de ışık bizim için sınırdır - nesnelerin bizim için çok fazla hızlı hale gelmesinden önce bildiğimiz son şeydir. Sonuçta bir eldil'in bedeni ışık kadar hızlı bir harekettir; onun bedeninin ışıktan oluştuğunu söyleyebilirsin, ama bu, eldil'in kullanacağı anlamda bir ışık değildir."
Bir yandan Malacandra'nın yerlileri ile etik ve felsefe tartışan Ransom, bir yandan da kendisini buraya getiren adamlardan saklanmaya ve planlarını bozmaya çalışıyor. Devine'ın tek hedefi gezegende bol bulunan altın madenleri iken; büyük fizikçi Weston, insan soyunun sürmesi için Malacandra'nın işgal edilmesi ve yerli halkın yok edilmesi gibi çok daha büyük planlar peşinde. Olaylar olayları, tartışmalar tartışmaları kovalarken sonunda Ransom, Weston ve Oyarsa (yani ışık kadar hızlı yaratıkların en üstünü) bir araya geliyorlar. Oyarsa, neden bizim gezegenimize Sessiz Gezegen dediklerini anlatıyor; kendi gezegeninin halklarından olmayan Weston ve Devine'a ölüm cezası veremeyeceğini, ancak evlerine dönmeleri gerektiğini söylüyor.

Bu kitabı okurken çok sıkıcı bulmadım ama ikinci kitabın ortalarına kadar gelmişken biraz sıkılmaya başladım. Lewis'in kurguladığı ve bitkilerine, renklerine kadar betimlediği gezegenler çok güzel ama Sessiz Gezegenin Dışında kitabındaki karakterler salt iyi ve kötü olarak ayrılmışlar, çok inandırıcı, gerçek karakterler değiller. (Evet, bir Marslı da inanılası bir karakter olabilir. Bkz: Mars Yıllıkları) Bakalım üçleme bitince fikrim değişecek mi.

Son olarak, ismini bu kitaptan alan bir Iron Maiden şarkısı varmış meğer, yazıyı yazarken birkaç kez dinledim. Siz de dinlemek isterseniz böyle devam edelim:

15 Ağustos 2014

Son Nesil


Son Nesil - Childhood's End
Arthur C. Clarke
Çeviren: Kayhan Şentin
Cep Kitapları
Ağustos 1984 (1. basım)
248 sayfa

* Okuma Şenliği için sahaftan aldığım bir kitap.

İlk baskısı 1953'te yapılan romanımızın zaman çizgisi 1970'lerde başlıyor. Eski dostlar olan Hoffman ve Schneider adlı iki bilim insanı, uzun yıllar önce yollarını ayırmışlar ve biri ABD adına, biri Rusya adına; kalabalık ekipleri ile birlikte, uzaya açılan ilk gemiyi üretmek için harıl harıl çalışıyorlar. Fakat, iki ekip de sonuca çok yaklaşmışken, yıldızların arasından çıkıp gelen devasa gemiler Dünya göklerinde beliriyor. İnsan ırkı artık yalnız değil.

İlk temasın beş yıl sonrasına atlayan roman, New York'taki Birleşmiş Milletler binasına taşıyor okuyucuyu. Gökyüzüne park eden gemiler beş yıldır oradan ayrılmamışlar, içerideki varlıklar yüzlerini göstermemişler ama Dünya yönetimine hakim olmuşlar ve yalnızca BM Genel Sekreteri Stormgren ile doğrudan iletişim kuruyorlar. Bu hakimiyetle birlikte milletler arası savaşlar sona ermiş, dünya bir bolluk ve huzur dönemine girmiş, kim oldukları bilinmeyen bu yöneticilere Tanrısallar adı verilmiş. İnsanlar çoğunlukla bu durumdan memnunlar ve tepelerinde süzülen yabancı gemilere çoktan alışmışlar ama duruma karşı çıkan, özgürlüklerinin yok olduğunu savunan ve şiddetli protestolar düzenleyen bir azınlık var. Bu protestocuların büyük bir kısmını din adamları oluşturuyor, çünkü Tanrısalların gelişi ile birlikte inançlarının tehdit edildiğini düşünüyorlar:
"Bilim, aldırmazlıkla olduğu kadar, dogmalarını kabul etmemekle de dini yıkabilir. bildiğim kadarıyla Zeus veya Thor'un yokluğunu kimse ortaya koymadı, ama şimdi bunların çok az izleyicisi var. Wainwright ve taraftarları da, onların inançları konusundaki gerçeği bildiğimiz için korkuyor. Acaba ne kadar zamandır insanlığı gözlediğimizi düşünüyorlar? Muhammed'in hicreti başlattığını, ya da Musa'nın Yahudilere yasalar koyduğunu gördük mü? Onların inandıkları öykülerin tümüyle saçma olduğunu biliyor muyuz?"
Bu konuşmayı yapan kişi Karellen, Tanrısalların sözcüsü. Kendisini asla göstermese de, Genel Sekreter Stormgren'le düzenli toplantılar yapıyor, talimatlar iletiyor ve hatta bir çeşit arkadaşlık ilişkisi geliştiriyorlar. Görevi süresince Karellen'in neye benzediğini hiç öğrenemeyen Stormgren, emekli olmadan önceki son toplantılarında ufak bir oyun oynayıp Karellen'i görmeyi başarıyor. Gördüğü şeyi hiç kimseyle paylaşmıyor ve Tanrısalların sırrını hayatı boyunca saklıyor. Bu olaydan ancak elli yıl sonra Karellen yeryüzüne iniyor ve insanlara kendini gösteriyor.

Elli yıllık bir atlama yapan romanda Clarke, Tanrısalların yönettiği dünyada adeta bir ütopya kurmuş. İnsanlık uzaya açılma hayalini bir kenara bırakmış, günlük işlerin çoğunu robotlara devretmiş, yalnızca keyif için çalışıyorlar, çalışmak istemezlerse okula dönüp yeni bir alanda eğitim görüyorlar; nadir bulunan nesneler dışında hemen her şey bedava sağlanıyor ya da çok ucuz fiyatlara satılıyor. Bu huzurlu, zengin, sağlıklı dünya tanımı, kurgu bir gelecek için bile çok fazla iyimser. Bütün bu iyimser tablonun ardında, din ile birlikte bilim ve sanat da bir gerileme sürecine girmiş. Bilimle uğraşan (oyalanan) birçok insan olmasına karşılık, ilerlemeyi sürdürecek nitelikte bilim insanları kalmamış.
"Evet, pek çok teknolog vardı; fakat bunların pek azı insan bilgisinin sınırlarını genişletecek özgünlüğe sahipti. Merak vardı, buna ayıracak boş zaman da; ama temel nitelikte bilimsel araştırmaya girecek yürek yoktu insanlarda. (...) Hiçbir çağda, sırf eğlence için birtakım gerçekleri toplamaya koyulan böylesine çok sayıda amatör bilimci görülmemişti; ne yazık ki, bu gerçekler arasında ilişki kuracak kuramcıların sayısı çok azdı. (...) Amatör ve profesyonel olmak üzere sürüyle icracı vardı, ama varlıkları bir nesil boyu sürecek, gerçek anlamda edebiyat, müzik, resim ve heykel ürünleri çıkmıyordu artık. Dünya, artık bir daha hiç dönmeyecek olan bir geçmişin parlaklığıyla yaşıyordu."
Bir de, Clarke'ın yönetime el koyan uzaylılar ile gerekçelendirdiği çöküşü biz şimdiden yaşıyoruz sanırım:
"Her gün radyo ve TV'nin çeşitli kanallarından beş yüz saat kadar bir yayın yapıldığının farkında mısınız? (...) İnsanların artık pasif süngerler haline gelmesine şaşmamalı; yalnızca emiyor ama herhangi bir şey yaratmıyorlar. Kişi başına ortalama program izleme süresinin günde üç saat olduğunu biliyor muydunuz?"
Düşünebiliyor musunuz?! Günde üç saat televizyon izlemek, nasıl da inanılmaz! Kesintisiz yayın yapan sadece yirmi kanal olsa, Clarke'ın "abartılı" bir süre olarak sunduğu beş yüz saatlik yayını yakalıyoruz. Yanılmıyorsam bizim evdeki televizyonda 120'den fazla kanal var. Hesabı tamamlamaya üşendim.

Tanrısalların Dünya'ya gelmelerinin ardından geçen yıllarda nesiller değişiyor, yeni doğan her nesil ile birlikte Tanrısalların varlığı ve yönetim biçimleri daha da kanıksanıyor; ancak neden buraya geldikleri, neden insan ırkının geleceğine müdahale ettikleri ancak kitabın sonlarında açıklanıyor. Bu kitabın büyük bir kısmını çok sevdim, finale yaklaştıkça sevgim biraz azalmaya başladı. (Bundan sonra yazacağım birkaç cümle, kitabın sonu ile ilgili yorum içerdiği için okumamayı tercih edebilirsiniz. Final ile ilgili kısmı okumak istemeyenler için kısa özet: İnsanın başka bir gezegenden gelen varlıklarla ilk temasını işleyen bu roman bence mutlaka okunmalı. 'Ben okurum, final hakkında bilgi almak okuma keyfimi kaçırmaz' diyorsanız, devam edelim.)

Galiba ben, aslında Arthur C. Clarke'ı pek o kadar sevmiyorum. Kullandığı dili seviyorum, romanlarındaki insan eleştirilerini seviyorum ama birden fazla romanında kullandığı, saf bilinçten oluşan bir varlığa doğru evrimleşme ya da bu bilincin iradesine bağlanan olayları sevmiyorum. Son Nesil'i okurken de aynı hayal kırıklığını yaşadım; oysa çok güzel gidiyordu roman. Görüyoruz ki, Karellen ve soydaşları Yücedimağ olarak adlandırdıkları bir varlığın emri ile dünyaya gelmişler. Yücedimağ'ın insan evriminin bir sonraki basamağı ile ilgili öngörüleri doğrultusunda insanları yönlendirmeleri gerekiyormuş. Bu evrimin ne olduğunu, nasıl olduğunu ise elbette anlatmayacağım, fakat kitapta oldukça görkemli betimlemeler var. Yücedimağ kurgusunu sevmesem de, kitabı büyük bir keyifle okudum.

10 Ağustos 2014

Eski İstanbul'un Delileri: Pazarola Hasan Bey


Eski İstanbul'un Delileri: Pazarola Hasan Bey
Yavuz Selim Karakışla
Toplumsal Tarih Dergisi (Tarih Vakfı)
Şubat 2006 (1. basım)
80 sayfa

* Okuma Şenliği için bir biyografi.

Bu küçücük biyografi kitabı, Toplumsal Tarih Dergisi'nin eki olarak yayımlanmış. Şu sıralar deliler ve delilik ile ilgili kitaplara merak saran kitapçım Faruk Bey, okumam için ödünç verdi, ben de bir çırpıda bitirdim.

Yavuz Selim Karakışla, eski bir dergide başka bir şeyler ararken Pazarola Hasan Bey'le ilgili bir yazıya rastlamış, sonra da Hasan Bey hakkında bulduğu bütün kaynakları toplamaya başlayıp yıllar sonra bu kitabı yazmış. İstanbul'un Meczupları başlıklı ilk bölümde:
"Sokaklarda yaşayan delilere dokunulmaz, ne yaptıklarına bakılmaz, sokaklarda sürdürdükleri garip hayatlara da pek ilişilmezdi. Delilik, ermişlik ve bilgeliğin bir diğer hali olarak algılanır, asla yadırganmazdı."
diyor, eski İstanbul'da yaşayan meczuplar için. Deli ve meczup sözcükleri arasındaki nüansı, Osmanlı'da delilerin her zaman hoşgörü ile karşılandığını, kimilerinin İstanbul'un ünlü siyasilerinden, yazarlarından daha fazla tanındığını anlatıyor. Sonra, geçiyor Pazarola Hasan Bey'in öyküsüne.

Pazarola Hasan Bey, kocaman kafalı, her zaman kibar davranan bir adammış, doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmiyormuş ama tahminen 1880-1885 yılları arasında doğmuş ve 1920'lerin ikinci yarısında hayatını kaybetmiş. Unkapanı'nda yaşayan Hasan Bey, çevredeki herkes tarafından tanınırmış ve hatta uğurlu sayılırmış. Hangi esnafa "Pazarola ....cibaşı" dese, o gün işlerinin iyi olacağını düşünürlermiş. Hasan Bey, herkesin işine göre bir yakıştırma yapıp, herkesi bir şeyin başı yaparmış: Tütüncübaşı, berberbaşı, bekçibaşı, yazıcıbaşı, dilencibaşı...

"Pazarola Hasan Bey'e göre, büyük, küçük, Müslüman, Hristiyan, kadın, erkek, zengin, fakir diye bir şey yoktur. Herkes birdir, herkes Allah'ın kuludur, herkes iyi insandır... (...) Ona göre mevki, makam diye bir şey yoktur, yahut kibirli kendini beğenmiş insan. İstanbul Vâlisi'ni görse, ona çekinmeden 'Pazarola Vâlibaşı' demekten kendini alamaz."
Pazarola Hasan Bey'in hakkında, eski Türkçe ile yazılmış makalelerden karikatürlere, söyleşilerden fotoğraflara kadar birçok alıntı var kitapta. Hatta 54 dörtlükten oluşan, Hasan Bey için yazılmış bir destan bile var. Kitapçım sayesinde, hiç aklımdan geçmeyecek türde bir biyografi okudum ve çok keyif aldım.

5 Ağustos 2014

Filler Çapraz Gider


Filler Çapraz Gider
Altay Öktem
Yitik Ülke Yayınları
Şubat 2014 (1. basım)
125 sayfa

* Okuma Şenliği için aynı zamanda çevirmenlik de yapan bir yazar tarafından yazılmış bir kitap.

Ne yapsam da Filler Çapraz Gider'i okuma şenliğine uydursam diye bakınıyordum ki, yazarın kitapta yer alan kısa biyografisinde şunu okudum: "2013 yılında, Tupac Shakur'un şiirlerini Sabri Kaliç ile birlikte Türkçeye çevirdi. Kitap Betonda Yeşeren Gül adıyla Marjinal Yayınları tarafından yayımlandı." Bence aynı zamanda çevirmenlik yapma gereği için yeterince iyi. (Değil mi? Pınar?)

Filler Çapraz Gider de, okuduğum diğer Altay Öktem romanları gibi tamamen kendine özgü bir roman. Yanlış hatırlamıyorsam Öktem'in yazdığı ilk romanmış ve 2001'de Stüdyoimge Yayınları etiketiyle yayımlanana kadar birkaç yıl boyunca kimselere görünmeden bir çekmecede saklanmış. Kitabı okumadan önce bir yerlerde görmüştüm, kitaptaki bütün erkeklerin adı Kerim, bütün kadınların adı Leman'mış. Fakat kitabın daha ikinci bölümünde Seteney Guaşe'yi görüp "Aa aaaa! Benim adım! Benim adım!" diye anlamsız bir sevince boğuldum. Bu kısa mitolojik detay dışında ise, adı anılan bütün kadınlar Leman, bütün erkekler Kerim'miş gerçekten. Bir süre bütün Kerimleri "Bu hangisiydi?" diye birkaç sayfa/bölüm geriye giderek takip etmeye çalışsam da, sonunda vazgeçtim. Hem, hangimiz zaman zaman Kerim değiliz ki?

Kitabın baş Kerim'i olan Kerim'in odasına girip kapıyı kapatmasıyla başlıyor roman. Kerim'i daha ilk paragraftan sevdim ben, çünkü bana benzeyen bir alışkanlığı var:
"... Ama kapı açık olduğu zaman bir türlü düşüncelerini toparlayamıyor, sanki kafasındaki her şey kapıdan çıkıp gidecekmiş gibi huzursuz oluyordu. Yalnız kaldığında kapının kapanması bir zorunluluktu onun için. Ya da alışkanlık."
Kerimler ve Lemanlar, her biri kendi dünyalarında sıkışmışlar ve bu kitapta yolları kesişiyor, hikayeleri şöyle bir birleşip ayrılıyor. Altay Öktem, romanın içine öyküler, mektuplar, tiyatro diyalogları sığdırıyor, aniden (beni temel fotoğraf dersi anılarına döndürerek) renkli fotoğraf filminin detaylı teknik açıklamasına girişiyor, stabilizm diye (çok mantıklı bulduğum) bir öğretiyi anlatıyor. Ve daha pek çok şeyi anlatıyor ama, hangi birini sıralayıp aktaracağımı bilmiyorum. Sonuç olarak, Filler Çapraz gider karanlık ve çok güzel bir kitap, iyi ki yeniden basılmış da alıp okuyabiliyoruz.