30 Temmuz 2014

Azazel


Azazel (Fantasy Stories)
Isaac Asimov
Bantam Spectra Books
February 1990 (Bantam 1st ed.)
221 sayfa

* Okuma Şenliği için yabancı dilde bir kitap.

(Kara kara düşündürenler)
Hello. This is a book. My name is... Ehhe.. Eee... Bu yukarıdaki kitap tam da şu yazdığım seviyede olsaydı, iki günde bitirirdim. Fakat, neyime güvenip Asimov'u orijinal dilinden okumaya kalkıştım bilmiyorum. Adam "lugubriously" diyor, ben "hımmm... tabi." deyip sözlük arıyorum. Sonuç olarak, yine nereden geldiğini bilmediğim bir "okurum ben ya" özgüveniyle alıp kitaplığa koyduğum diğer İngilizce baskı Asimov'lara bakıp kara kara düşünüyorum. En incesi ve küçüğü buydu!

Bu arada, merak eden olursa eğer, bu kitapların bir kısmını ve birkaç tane çok güzel sanat kitabını Abebooks'tan çok uygun fiyatlara aldım birkaç sene önce. Abebooks, Nadirkitap'ın global versiyonu; iyi durumda ve ucuz ikinci el kitaplar bulmak mümkün. Ben buradan çok sık kitap almasam bile arasıra girip bakınmayı seviyorum. (Reklamları dinlediniz.)

Kitap, Asimov'un yazdığı kısa bir giriş bölümüyle başlıyor. Eric Protter adlı bir beyefendinin, aylık bir dergi için gizemli hikayeler yazmasını teklif ettiğini; iyi insanlara hayır demekte zorlandığı için bu teklifi kabul ettiğini söylüyor Asimov. Diyor ki, tanıştığı tüm editörler iyi insanlarmış. Bu durum, adamın hayatı boyunca yüzlerce kitap yazmasını açıklıyor olabilir. Editörlere hayır diyemediği için hiç durup dinlenmeden yazmış adamcağız. Ne iyi etmiş! Ne diyorduk? Asimov'un bu dergi için yazdığı ilk öyküde Azazel ortaya çıkmış. Eric Protter'ın dergisinde yayımlanan öykünün ardından, Azazel öyküleri biraz değişerek başka bir dergide devam etmiş. Daha sonra Isaac Asimov's Science Fiction Magazine'de yayımlamak üzere yeni Azazel hikayeleri yazmış ama fantastik öyküleri bilim kurgu kılıfına uydurabilmek için yine bazı değişiklikler yapmış. Sonuç olarak, ilk yazdığı öyküden ilham alan iki farklı seri oluşmuş; ilk öykü, diğerlerine uymadığı için bu öykülerin derlemelerinde kendine yer bulamamış. Bu kitaptaki öyküler için ise, en başa dönüp bir başlangıç kurgusu yaratmış. Ayrıca, Asimov giriş bölümünün sonunda diyor ki, bu öykülerin mizah hicivleri olması ve Asimov tarzının dışında (kendi deyişiyle un-Asimovian) olması kasıtlı bir tavırmış, şaşırmamıza gerek yokmuş.

Öykülere adını veren Azazel da zaten tamamen un-Asimovian bir karakter, çünkü Azazel iki santimetre boyunda, çok becerikli bir iblis. Azazel'ı öte dünyadan (diğer boyuttan, ya da her nereden geliyorsa oradan) dünyaya çağıran kişi ise George Bitternut. Dedelerinden kalan mistik yöntemlerle yaktığı çeşitli otları kullanarak Azazel'ı çağırıyor ve (iblis doğrudan kendisine yardım etmeyi reddettiği için) çeşitli arkadaşlarının sıkıntılarını çözmek üzere iblisten yardım istiyor. George ve Azazel dışında, öykülerdeki sabit üçüncü karakter, Asimov'un ta kendisi. Asimov ve George, bir edebiyat kongresinde tanışıyorlar; George, Asimov'un öykülerini ve kitaplarını çok sevdiğini söyleyerek yazarın sevgisini kazanıyor ve kendisini pahalı bir restoranda yemeğe davet ettiriyor. Bu yemek sırasında, Azazel'la yaşadığı bir öyküyü anlatıyor. Bu tanışmanın ardından yazarımız ve Geroge arasıra buluşmaya devam ediyorlar, yemeklerin ve içkilerin parasını her zaman Asimov ödüyor. George ise bunun karşılığında Asimov'un ne kadar kötü bir yazar olduğu ile ilgili fikirlerini paylaşıyor, yemek yedikleri restoranı eleştiriyor, Asimov'u aşağılıyor, yeterince içki içtiğinde ise "O değil de..." diye lafa girip yeni bir Azazel anısı anlatıyor ve her seferinde "Sen Azazel'ı nereden biliyorsun? Hiç kimseye ondan bahsetmem ben." diye şaşırıyor. Yemeğin sonunda ise Asimov'un ödediği hesaptan dönen para üstünü çaktırmadan cebine atıp uzaklaşıyor. Anlayacağınız, George tamamen kendine özgü bir karakter; ne iş yaptığı belli değil, genellikle geniş çevresinin sırtından geçiniyor, kendisini çok iyi niyetli, çok hayırsever ve çok dost canlısı bir insan olarak görüyor, yaptığı iyiliklerin kıymetinin hiç bilinmediğini düşünüp dertleniyor. Yaptığı tüm iyilikler ise, Azazel'ı çağırıp sorunu anlatmaktan (ve elbette sonunda işleri daha beter etmekten) ibaret.

Asimov fantastik bir kurgu yaratsa da, içindeki bilim adamını tam olarak susturamamış. Azazel, "Bu istediğini yapmak için adamın DNA'sında kuantum seviyesinde değişiklikler yapmam gerekir!" diye isyan ediyor bazen. Ya da bir basketbolcuya yardımcı olmak için beynini kurcalayıp reflekslerinin gelişmesini sağlıyor. Bir yazarın bankada, hastanede, taksi beklerken... boşa geçirdiği zamanı kısaltmak için olasılık yasalarını kurcalıyor. Taştan yontulmuş bir heykeli canlandırması istendiğinde sinirden çırpınıyor:
He squawked with a shrillness that hurt my ears. "Bring silicate-based material to carbon-and-water life? Why don't you ask me to build you a planet out of excrement and be done with it? How can I turn stone to flesh?"
Öykülerin oturduğu kalıp böyle işte, George bir arkadaşının yaratıcı yazarlık yeteneğini artırıp zengin olması için, çirkin bir kadının güzelleşmesi için, insanlığı yok etmeye niyetlenen çılgın bir bilim adamını durdurmak için Azazel'dan yardım istiyor, Azazel isteneni yapıyor ve yardım edilen insan her seferinde daha beter bir duruma düşüyor. Asimov, "ne dilediğinize dikkat edin" diye başlayan (ve devamını tam olarak hatırlayamadığım) sözü evirip çevirip çok eğlenceli öykülere dönüştürmüş. Keşke bir yayınevi çıkıp bu kitabın çevirisini yapsa, ben de gönül rahatlığıyla herkese önerebilsem.

20 Temmuz 2014

İki Beyinli Adam


İki Beyinli Adam - The Terminal Man
Michael Crichton
Çeviren: Mehmet Harmancı
Uycan Yayınları
Aralık 1973
237 sayfa

* Okuma Şenliği için adında bir sayı geçen bir kitap.

İki Beyinli Adam'ın yazarı Michael Crichton'ı meğer zaten tanıyormuşum ama haberim yokmuş. Medikal kurgu, bilim kurgu, gerilim türlerindeki ürünleri ile hem kitap raflarını, hem sinemayı, hem de televizyonu besleyen Crichton, Jurassic Park'ın ve (bence en önemlisi) CNBC-e'de de yayımlanan ER adlı dizinin yaratıcısıymış. Harvard'da aldığı tıp eğitimini keyifli eserlere dönüştürmekteki başarısını, ER'ın 15 sezon sürmesinden ve çok sevilmesinden anlamak mümkün. Bu üretken yazar 2008 yılında, henüz 66 yaşındayken kanser nedeniyle hayatını kaybetmiş.

Benim 2012'de Ankara Kitap Fuarı'ndan aldığım bu kitabın aynı isimli (The Terminal Man) bir de film uyarlaması varmış fakat IMDB puanına bakınca pek bir beklenti yaratmadı bende. Belki bir gün, yapacak başka hiçbir şey bulamazsam izlerim. Kitaptan bahsetmeye başlamadan önce, künyesinde de yer alan ilginç bir detayı belirtmek istiyorum, ilk kez 1972'de yayımlanan bu kitap, aynı yıl Playboy dergisinde de tefrika edilmiş. Dergide cüretkar fotoğraflardan fazlası varmış demek, hiç bilmiyordum!

Romanımız 9 Mart 1971, Salı günü başlıyor ve her gün ayrı bir bölüm başlığı ile ayrılmış olarak 13 Mart'ta sona eriyor. Hastanenin girişinde oturan iki doktor Morris ve Ellis, bekledikleri hasta hakkında konuşuyorlar. Benson isimli hasta, iki polis eşliğinde, bileklerinde kelepçe ile geliyor ve hakkında biraz bilgi ediniyoruz. Hastanenin tüm cerrahlarının katıldığı bir "olağan dışı vaka takdimi" toplantısında ise, Benson'ın hastalığı ve planlanan operasyon hakkında daha fazla detay vermiş yazar. Bilgisayar uzmanı Benson, normal koşullarda zeki, sakin ve nazik bir insan. Ancak psikomotor epilepsisi dolayısıyla nöbetler geçiriyor, nöbetleri sırasında aşırı şiddet eğilimi gösteriyor ve bu durumdayken birkaç kişiyi hastanelik etmiş. Hastanenin Nöropsikiyatrik Araştırma bölümüne getirilmiş ve üçüncü kademeden bir beyin ameliyatı geçirecek. Daha önce hiçbir insan üzerinde uygulanmayan bu ameliyat için doktorların bir kısmı çok hevesli, NPA bölümünden Doktor Janet Ross ise ameliyata kesinlikle karşı çıkıyor ve hastayı kaygıyla izliyor. Ameliyat sırasında, Benson'ın beynine, amigdala içine kırk tane elektrot bağlanacak; deri altına yerleştirilen bir pille desteklenecek olan bu elektrotlar, nöbet belirtileri başladığında aktive olup beyni uyararak nöbeti engelleyecek.

Teoride her şey çok iyi, ancak bilgisayar uzmanı olan Benson, çok sağlıklı bir zihin yapısına sahip değil; makinelerin insanlığı ele geçirmeye çalıştığını düşünüyor ve beynine bir makine bağlanması fikrinden nefret ediyor:
"... ne yaptıklarını biliyorlar. Dört bir yanımız makinelerle dolu. Bir zamanlar insanların hizmetini görüyorlardı, oysa şimdi idareyi ellerine geçiriyorlar. Kurnazca, çok kurnazca yapıyorlar bunu."
Benson'ın ameliyatı tamamlanıyor, elektrotlar test ediliyor ve her birinin beyinde yarattığı etki karşılaştırılıyor. Bir süre sakinleştirici ilaçlarla kontrol altında tutulması gereken Benson, hastaneden kaçmayı başarıyor ve olaylar birbirine karışıyor. Doktorların macerasına polisler ekleniyor, hastaneden Los Angeles sokaklarına uzanan bir kovalamaca başlıyor.

Bilgisayarların henüz çok yaygın olmadığı yıllarda yazılan bu kitap, teknolojinin yarattığı korkuyu ele alarak çok güzel bir giriş yapmış. Bilgisayar teknolojisinin hızlı ilerleyişi, makinelerin boyutunun giderek küçülmesi ve giderek akıllanmaları, öğrenebilen bilgisayarlar, bir bilgisayarın hata yapmaması...
"Ancak kompüterler farklıydılar. Kompüterlerle birlikte çalışmak, insanı alçaltıcı bir deneydi. Hiç yanlış yapmazlardı. Bu kadar basitti işte. Bir problemin kaynağını bulmak iki hafta da sürse, bu program on ayrı insan tarafından da kontrol edilse, bütün kadro en sonunda kompüter devrelerinin bir yerde yanıldığı izlenimine kapılmaya bile başlasalar sonunda bir insan yanlışı çıkardı ortaya. Her zaman böyleydi bu."
Evet, kitabın yazıldığı zaman bilgisayarlar o kadar yeniymiş ki, henüz bilgisayar sözcüğü Türkçedeki yerini almamış. İşte böyle güzel konular yakalayan bu kitap, teknolojinin geleceği ile ilgili güçlü teorilerle devam etmek yerine sıradan bir polis kovalamacasına dönüşünce hafif bir hayal kırıklığı hissettim. Crichton'ın hakkını vermek gerekir, kitabın ikinci yarısında epey gerilimli ve heyecanlı sayfalar var ama benim beklentim çok başkaydı. Yine de, beyinden gelen talimatları algılayıp hareket eden protezlerin üretildiği bir dönemde yaşarken, kırk yıl önce yazılmış bu kitabı okumak güzel oldu.

Bu kitapta yer bulan kaygılara da çok uyduğu için ve çok hoşuma gittiği için, geçenlerde Facebook'taki I f*cking love science sayfasında gördüğüm bir fotoğrafı da paylaşayım gitmeden.

13 Temmuz 2014

Elif


Elif - Alif the Unseen
G. Willow Wilson
Çeviren: Gökhan Sarı
MonoKL Yayınları
Mayıs 2014 (1. basım)
362 sayfa

* Okuma Şenliği için daha önce hiç okumadığım yabancı kadın yazar.

Fantastik kurgunun islam mitleri ile kesiştiği, genellikle okuduğum kitaplardan epey farklı ama ilginç ve keyifli, üstelik 2013 World Fantasy Award ile taçlandırılmış, arka kapağını Neil Gaiman'dan aldığı övgü ile süslemiş bir kitap Elif. Yazarı G. Willow Wilson da ilgi çekici bir kadın. ABD'de doğan yazar Boston Üniversitesi'nde okurken müslümanlığı seçmiş, Kahire'ye taşınmış, bir yandan çeşitli dergilere yazılar yazarken bir yandan da Cairo adlı bir grafik roman yazmış; devam eden bir çizgi roman çalışması varmış. Elif'in sonunda yer alan notunda belirttiği üzere, üç ilgi alanı olan teknolojiyi, islamı ve sosyopolitik tartışmaları tek bir arkadaş grubu üzerinde birleştiremediği için sinirlenip "Ben de romanını yazarım arkadaş!" demiş. (Belki de tam olarak öyle dememiştir ama ben öyle anladım.)

Kitabı Türkçeye kazandıran ekibin isimlerine aşinayım. Bloglar arası tanışıklığımın yanı sıra çevirilerini de çok beğendiğim M. İhsan Tatari ile beraber, Silo'nun çevirisinde çok başarılı olan ikili Gökhan Sarı ile Rasim Emirosmanoğlu çalışmışlar Elif için ve yine iyi bir iş çıkarmışlar. Bu kitap biraz daha aceleye gelmiş sanki; ufak tefek hatalar, yerinde bulunamayan birkaç noktalama işareti var fakat yakın zamanda okuduğum birçok çeviriden çok daha başarılı olduğu için, kendime "Tamam canım, abartma sen de." deyip geçiyorum bunları. Fakat, MonoKL'daki sevgili arkadaşlarım, kitabın künyesine orijinal ismini yazmamışsınız?

Yaşlı el yazması ustası Rıza'nın, zorla alıkoyduğu bir cine anlattırdığı ve yazıya döktüğü hikayelerle başlıyor roman. Rıza'nın "Şey" diye adlandırdığı cin, halkının hikayelerinin insanlara aktarılmaması gerektiğini düşünse de Rıza'nın bağlayıcı nesnelerinden kurtulamadığı için pes ediyor ve Elf Yevm denen hikayeleri anlatmaya başlıyor. Ardından yüzlerce yıl sonrasına atlıyoruz ve, bir yandan İntizar'dan mesaj gelirse diye gözünü telefonundan ayıramayan, bir yandan da uyuklayan Elif'le tanışıyoruz. Elif, Orta Doğu'nun bir şehrinde yaşayan, kendisini Gri Şapkalılara dahil gören bir hacker. Gerçek adını kullanmayı sevmiyor ve sanal dünyada kullandığı ismi ile tanınıyor: alfabenin ilk harfi, yukarıdan aşağı düz bir çizgi. Keskin ideolojik kaygıları yok, parasını ödeyen herkese dijital koruma sağlıyor ve Devlet Güvenlik'in sansürcü, baskıcı rejimine karşı koyan diğer arkadaşları ile birlikte; gittikçe sıkılaşan kontroller, sanal takipler ve El diye adlandırdıkları, kimliğini bilmedikleri düşmandan gizlenmeye çalışıyor. Daha gelişmiş ülkelerdeki hackerların kaygılarıyla dalga geçiyorlar ve bu arada kendi etraflarındaki çember gittikçe daralıyor.
"Doğru düzgün bir posta servisi olmayan ama dünyanın en gelişmiş dijital polis şebekelerinden birine sahip olmakla böbürlenen bir yerde yaşamanın nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Prensleri gümüş kaplı arabalar süren Emirlikler ve içme suyu olmayan bölgeler... Endişe ve hoşnutsuzluk belirten yasadışı söylemleri tespit etmek için bütün blogların, bütün sohbet odalarının ve bütün forumların izlendiği bir internet..."
Elif, internette tanışıp aşık olduğu İntizar'la, ülkesinin ve geleneklerinin izin verdiğinden çok daha yakın bir ilişki içine giriyor fakat ilişkileri İntizar'ın başka bir adamla nişanlanmasıyla bitiyor. Hayalleri yıkılan Elif, eski sevgilisinin kendisine hiçbir şekilde ulaşamamasını sağlamak için çok gelişmiş bir keylogger tasarlamaya ve bu yazılım sayesinde İntizar'dan gelecek her türlü içeriği engellemeye karar veriyor. Ürettiği yazılım, hiç ummadığı bir şekilde başarılı oluyor ve İntizar için oluşturulan filtre sayesinde Elif sanal varlığını saklayabiliyor. Fakat bu sırada El'in ağına yakalanan Elif'in kimliği açığa çıkıyor ve komşu kızı Dina'nın da istemeden dahil olduğu bir kovalamacanın içine düşüyor.

Elif ve Dina, bir yandan El'den kaçıyorlar; bir yandan da İntizar'ın Elif'e neden çok eski bir kitabı, Elf Yevm'i gönderdiğini anlamaya çalışıyorlar. Elif'in hacker arkadaşı Abdullah'ın yönlendirmesiyle, kendilerine yardım edebileceğini umdukları Vampir Vikram diye anılan adamı buluyorlar, Vikram'ın insan olmadığını (ve fakat Jedi mind trick yapabilen, hilebaz ve kötücül gözükse de tutarlı bir etik anlayışı olan) bir cin olduğunu fark ediyorlar. Ardından olaylar olaylar!

Elif, Dina'nın serinkanlı mantığı ve Vikram'ın kendine özgü davranışlarının yardımı ile El'in kim olduğunu öğreniyor ve bir süre daha saklı kalmayı başarıyor. Bir caminin bilge, akıllı ve pek sevilesi yaşlı imamının da başını derde sokarak yakalanıyor ve sonunda El'le karşı karşıya geliyor. El, teknolojiyi özgürlükle bağdaştıran Elif'in tam karşıtı bir düşünceyi temsil ediyor; Elif'le konuşurken diyor ki:
"Yapma ama Elif. Kafanda canlandırdığın Şehir'in nasıl bir yer olduğunu dürüstçe söyle bana. Demokratik mi? (...) Güzel liman kentimizin yurttaşlarına gerçek oy hakkı verirsen, şu üç şeyden birini yapacaklardır: ya kendi kabilelerine, ya İslamcılara, ya da onlara en çok parayı ödeyene oy verirler."
Şansının ve hiç ummadığı bir insanın yardımıyla El'in hapishanesinden kaçan Elif, Şehir'e geri dönemeyeceği için kendini çöle atıyor, cinlerin arasına karışıyor, hatta bir lamba ciniyle bile tanışıyor. Kendi halinde bir hacker'ken ortasında kaldığı olaylardan kurtulup hayatını düzeltebilmek ve El'den kurtulmak için planlar yapıyor, cinlerden yardım istiyor; bu arada, dertlerine dert katan Elf Yevm'i kimin başına atsa bilemiyor ve kitabı yakmayı öneriyor. Dina, şiddetle karşı çıkıyor:
"Hayır," dedi Dina. "Biz kitap yakan insanlar değiliz."
"Biz de kim?"
"Azıcık beyni olan insanlar."
(Bu diyalogun devamında Dina'nın söyledikleri çok güzel. Ama koca bir paragrafı buraya eklemek istemedim.)
Kaçak ekibimiz aylar sonra Şehir'e geri döndüklerinde ise, protestolarla, ayaklanmalarla, koca bir isyanla karşılaşıyorlar. Arap Baharı'ndan beslenen bu bölümlerde anlatılan bazı sahneler bizim için de çok tanıdık:
"Daldıkları hülyadan silah sesleri ve hemen ardından gelen alçak bir tıslamayla uyanıverdiler. Göstericilerin üzerine doğru göz yaşartıcı bir gaz bombası yuvarlandı. Elif bir sokak ötede coplarını ve zırhlarını kuşanmış Devlet Güvenlik polislerini gördü."
Çok fazla spoiler vermemek için yazıya ekleyemediğim karakterlerle birlikte, epey kalabalık bir kitap Elif. Bütün bu karakterler kitapta farklı düşünceleri, farklı inançları ya da felsefeleri temsil ediyorlar ve dolayısıyla karakter fazlalığı rahatsız etmiyor. Kitabın yazarı Doğu kültürü ile batılı fantastik edebiyatı çok keyifli bir biçimde birleştirmiş bence. Elbette anlatmadığı, yalnızca satır aralarında şöyle bir değindiği (özellikle de bir kadın olarak, bu bölgelerdeki kadınların sosyal konumları, hakları ile ilgili) konular var. Yine de, sürükleyici kurgusu ve İslam mitolojisinden beslenen karakterleri ile çok keyifli, okunması gereken bir kitap.

2 Temmuz 2014

Charlie'nin Çikolata Fabrikası


Charlie'nin Çikolata Fabrikası - Charlie and the Chocolate Factory
Roald Dahl
Resimleyen: Quentin Blake
Çeviren: Celâl Üster
Can Yayınları
Aralık 2013 (44. basım)
205 sayfa

* Okuma Şenliği için bir masal kitabı.

Uyarı: Bu kitabı okumaya karar verirseniz önceden biraz çikolata edinin, mutfağın bir yerinde bulunsun. Sonra benim gibi gecenin bir yarısı ne yapacağınızı şaşırabilirsiniz.
Uyarı 2: Birçok insan film uyarlamasını izlemiştir diye düşündüğümden, bir de zaten olaylar bir masaldan bekleneceği şekilde ilerlediğinden, her zamankinden fazla spoiler vermiş olabilirim.

Charlie'nin Çikolata Fabrikası iki farklı film uyarlaması da bulunan, çok ünlü, çok güzel bir çocuk klasiği. Yazarı Roald Dahl, Norveçli bir ailenin çocuğu olarak Cardiff, Wales'da doğmuş, İkinci Dünya Savaşı'nda pilot olarak görev yapmış; yalnız çocuk kitapları değil, yetişkinler için gerilim, korku öyküleri de yazmış. Hatta birkaç film senaryosuna da (içlerinde James Bond filmleri de var) katkıda bulunmuş. Yalnızca Charlie'nin Çikolata Fabrikası değil, The Gremlins, Fantastic Mr. Fox gibi filmler de Dahl'ın kitaplarından uyarlanmış. Asker, diplomat, çocuk kitabı yazarı, senaryo yazarı olarak dolu dolu geçen bir hayatın ardından 1990 yılında, 74 yaşındayken, Oxford'da hayatını kaybetmiş. Kitabı resimleyen Quentin Blake ise, Sir unvanının yanına Royal diye başlayan bir dolu kraliyet sıfatı eklenmiş, çocuk kitabı illüstrasyonlarıyla Hans Christian Andersen Ödülü almış, halen üretmeye devam eden bir illüstratör.

Az sonra anlatacağım kitabın ilk uyarlaması 1971 yılında Willy Wonka and the Chocolate Factory adı ile vizyona girmiş ve bu filmin senaryosunu Roald Dahl kendisi yazmış. İkinci uyarlama ise pek sevdiğim yönetmen Tim Burton ile, Burton'ın pek sevdiği aktör Johnny Depp'in bir araya geldiği ve 2005 yılında vizyona giren (sinemada izlerken ara verildiğinde koşarak çikolata almaya gittiğim) Charlie and the Chocolate Factory. 1971 tarihli filmi bir yerlerden bulup izlemek, ardından Tim Burton uyarlamasını tekrar izlemek niyetindeyim. Bu sürecin sonunda tüketmiş olabileceğim çikolata miktarı beni çok korkutuyor.

Masalın kendisinden bahsetmeden önce çevirinin çok güzel, kitabın baskısının çok özenli olduğunu söylemeliyim. Quentin Blake'in desenleri kitabı daha da güzelleştiriyor. Can Yayınları, çocuk kitaplarında da diğer kitaplarda olduğu gibi çok başarılı. Yalnızca, Noel Şarkısı'nda olduğu gibi her sayfada kitabın adının yazılı olmasından hiç hoşlanmadım. Bir de, muhtemelen matbaada, film hazırlanırken yapılan bir hata sonucu "Bu kitapta tanışacaklarınız" sayfasındaki desenler karışmış, Augustus Gloop yerine Umpa Lumpaların resmi basılmış; fakat o kadar kusur kadı kızında da olur diyorum ve okuduğum son çevirinin kötü anılarından sonra bu kadar iyi bir kitapla karşılaştığım için Can Yayınlarına teşekkürlerimi sunuyorum.

Charlie'nin Çikolata Fabrikası, Josephine Nine ile Joe Dede'yi, Georgina Nine ile George Dede'yi, Bay ve Bayan Bucket'ı ve elbette küçük Charlie'yi tanıtarak başlıyor. Yedi kişilik bu kocaman aile, şehrin kenarındaki küçücük bir kulübede yaşıyorlar. Evdeki tek yatakta dört ihtiyar yatarken (o kadar yaşlılar ki, yataktan hiç çıkmıyorlar) Charlie ve anne-babası diğer odaya serdikleri döşeklerde uyuyorlar. Bir diş macunu fabrikasında, macun tüplerine kapak takarak geçimlerini sağlayan Bay Bucket'ın geliri ancak karınlarını doyurmalarına yetiyor, her sabah sadece ekmek ve margarin, diğer öğünlerde ise patates ve lahana yiyerek yaşayıp gidiyorlar. Bu çok fakir ailenin tek çocuğu olan Charlie, uslu, sakin ve sevecen bir çocuk. Her akşam nineleri ve dedeleri ile sohbet ediyor, onların anlattığı hikayeleri dinliyor, hiç değişmeyen menüden şikayet etmiyor. Fakat, Charlie'nin okula gidip geldiği yol, bu küçük çocuk için işkenceden farksız; çünkü dünyanın en güzel çikolatalarının üretildiği kocaman bir çikolata fabrikasının önünden geçmesi gerekiyor. Çikolatayı çok seven Charlie, her yıl doğum gününde alınan bir paket çikolatadan başka çikolata yiyemiyor.
"Hava çok soğuk oldu mu, nedendir bilinmez, korkunç iştahı açılır insanın. Canımız neler çeker neler: Dumanları tüten etli türlüler, ılık elma tatlıları, birbirinden nefis yemekler! Ve hepimiz sandığımızdan çok daha talihli olduğumuzdan, genellikle canımızın çektiği her şeyi ya da her şeyi olmasa bile çoğunu elde ederiz. Ama Charlie Bucket, ailesinin parası yetmediği için istediklerini hiçbir zaman elde edemiyordu; hava soğudukça içi kıyılıyor, açlıktan gözü kararıyordu."
Bir akşam, Joe Dede, Charlie'ye Bay Willy Wonka'nın çikolata fabrikasının hikayesini anlatmaya başlıyor ve birkaç akşam boyunca bu tuhaf adam ile tuhaf fabrikadan bahsediyorlar. Yıllar önce birçok işçinin çalıştığı bu fabrikada üretilen, eşi benzeri olmayan çikolataların sırları işçiler arasına karışan casuslar tarafından çalınınca, fabrikanın sahibi Bay Wonka fabrikayı kapatmış ve ortadan kaybolmuş; fabrikada aylarca bir tek çikolata bile üretilmemiş. Sonra, bir sabah fabrikanın bacasından dumanlar yükselmeye başlamış ama ne içeri giren bir tek işçi varmış, ne de dışarı çıkan. Tam on yıldır, fabrika böyle çalışıyormuş. Joe Dede, inanılmaz bir masal gibi olan bu hikayeyi anlatırken, Charlie'nin babası içeri girip gazetedeki başlığı okuyor:
WONKA FABRİKASI
EN SONUNDA
BİRKAÇ TALİHLİ İÇİN
YENİDEN AÇILIYOR
On yıldır kimsenin görmediği Bay Willy Wonka, çikolataların arasına beş tane altın bilet saklamış. Bu biletleri bulan beş çocuk ve aileleri için kendisinin rehberlik yapacağı bir fabrika turu vaat ediyor. Takip eden günlerde, altın biletlerin dört tanesi dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkıyor ve kazanan çocuklar tanıtılıyor. Charlie'nin doğum günü geldiğinde, her yıl olduğu gibi bir Wonka çikolatası alıyorlar, şanslarının ne kadar az olduğunu bilseler de, Charlie paketi açarken bütün aile heyecanla bekliyor. Ve... Paketten altın bilet çıkmıyor. Bir süre sonra, Joe Dede, biriktirdiği azıcık parayı Charlie'ye verip çikolata almasını söylüyor. Önce itiraz eden Charlie, sonunda gidip çikolatayı alıyor. Ve... Paketten altın bilet çıkmıyor. Kış geliyor, hava soğuyor, bir gün karların arasında 50 peni bulan Charlie, etrafa bakınıp para kaybeden birini göremeyince bu parayla beraber soluğu bakkalda alıyor ve bir Willy Wonka çikolatası alıyor. Ve... Paketten altın bilet çıkmıyor. Çikolataya doyamayan Charlie, elindeki para üstüne bakıp bir paket daha çikolata istiyor. Ve... Son altın bileti buluyor! Ardından bir karmaşa! Bileti gören bakkal çok heyecanlanıyor, onun sesi üzerine içeri doluşan kalabalık Charlie'nin etrafını sarıyor. Bilet için para teklif etmeye kalkışanlar fiyatı gittikçe yükseltirken, şişman bakkal (kalbimi fethederek) Charlie'yi dışarı çıkarıyor, "Sakın biletini kimseye kaptırma. Kaybetmeden doğruca evine git! Hemen!" diyerek çocuğu gönderiyor. (Bu arada ben "Ay çocukcağız para üstünü almayı unuttu galiba o kargaşada" diye dertleniyorum.)

Yıllardır yataktan çıkmayan doksan altı buçuk yaşındaki Joe Dede, bileti görünce yerinden fırlayıp şıkır şıkır oynamaya başlıyor. Evde kopan heyecanlı kutlamanın ardından, davetin hemen ertesi sabah için olduğunu fark ediyorlar ve fabrika gezisinde Charlie'ye Joe Dede'nin eşlik etmesi kararlaştırılıyor. Her bulduğunu yiyen Augustus Gloop, dünyanın en şımarık kızı Veruca Salt, televizyonun önünden hiç ayrılmayan Mike Teavee, her zaman her yerde sakız çiğneyen Violet Beauregarde, her birinin anne ve babaları, bizim ufacık tefecik sıska Charlie'miz ve sevimli dedesi altın biletlerinde yazan saatte fabrikanın önüne geliyorlar ve fabrikanın yıllardır kimseye açılmayan kocaman demir kapıları yavaşça açılıyor.
"Bay Wonka hemen içeride tek başına duruyordu.
Ufacık tefecik bir adamdı!
Başında siyah bir silindir şapka, sırtında menekşerengi kadifeden nefis bir kuyruklu ceket vardı.
Pantolonu cam yeşili, eldivenleri inci rengindeydi.
Bir elinde altın topuzlu ince bir baston vardı.
Çenesinde sipsivri, simsiyah bir keçi sakalı göze çarpıyoru. Olağanüstü parlak gözleri ışıl ışıl yanıyor, sanki bir yanıp bir sönüyordu. Yüzünden sevinç ve mutluluk saçılıyordu."
Beş çocuk ve dokuz yetişkinden oluşan grup Bay Wonka'nın ardından fabrikaya giriyor ve esas macera başlıyor. Fabrikayı gezmenin yanısıra, çocuklar Bay Wonka'nın taa Lumpa ülkesinden, kocaman sandıklara doldurup gemilerle getirdiği Umpa Lumpalarla da tanışıyorlar. (Bu Umpa Lumpalar, bildiğimiz kaçak mülteciymiş meğer! Congolozlar, devanaları, tepegözlerle dolu olan Lumpa ülkesinden kurtulmak isterken, umut tacirliği yapan Wonka'nın ağına düşmüşler!)  Kitabın geri kalanı fabrikanın içindeki çoook güzel odalarda, koridorlarda, üretim alanlarında geçip gidiyor. Çikolata ırmaklarını, naneli çimenleri, şekerden yapılmış kayıkları fazla anlatmak istemiyorum. 

Elbette, bu keyifli kitaptan bekleyeceğimiz kadar mutlu bir sona ulaşıyor macera. Fakat daha fazlasını anlatırsam kitabı okumanıza (ya da filmi izlemenize) gerek kalmayacak. Ben bu kitabı iki saat gibi bir sürede bitirdim. 205 sayfa olmasına rağmen çocuklar için gayet uygun olan büyük puntolar ve keyifle akıp giden hikaye sayesinde bir oturuşta bitiyor. O zaman, 1971'den kısacık bir Umpa Lumpa şarkısıyla bu yazıyı sonlandıralım.