30 Nisan 2014

İmparator Dünya


İmparator Dünya - Imperial Earth
Arthur C. Clarke
Çeviren: Nilgün Özcan
İthaki Yayınları
2002 (1. basım)
493 sayfa

* Okuma Şenliği için kütüphanemde en uzun süredir okunmayı bekleyen o kitap.

En sevdiğim bilim kurgu yazarları listesi yapsam mutlaka ilk beş arasında yer alacak olan Arthur C. Clarke'ı uzun zamandır okumuyordum. Okuma Şenliği bahane oldu, aylar yıllar önce alıp henüz okumadığım İmparator Dünya'yı okudum. ...ve sevmedim! Bir Clarke kitabını sevmediğim için hayret ettim kendime. O kadar hayret ettim ki, "Ya ben bu kitabı neden sevmedim şimdi? Hiç anlamadım, blogda nasıl anlatsam ki?" diye kara kara düşünüyorum.

Öncelikle, İthaki tarafından yayımlanan ve alıp okuduğum onlarca kitap arasında çevirisi ve redaksiyonu en kötü olan kitap bu kesinlikle. Anlatım bozukluğu, yazım hatası, ne ararsanız var! Bazı yayınevlerinde bu durumla karşılaşınca şaşırmıyorum ama İthaki'den hiç beklemediğim bu özensizlik koca roman boyunca canımı sıktı. Öyle ki, 
"Isı nedir?" diye sordu biri.
"Sıcak. Sadece eksi elli. Tek katlı giysiler yeter."
diyalogunu okuyunca "Lisedeki fizik dersinde kafama işledikleri 'ısı ve sıcaklık aynı şey değil!' gerçeğini ben bile hatırlıyorum." diye homurdandım kendi kendime. Arthur C. Clarke'ın üzerinde düşünmeden yapabileceği ısı/sıcaklık ayrımı, tahminimce çeviriden/düzenlemeden kaynaklı bir karışıklığa kurban gitmiş. Kitapta buna benzer (kimileri daha beter) biçimsiz cümleler epeyce var. Galiba kötü bir zamanlarına denk gelmiş; İthaki standartlarının bu kadar altında bir iş olmasını başka türlü açıklayamıyorum. Bu terim kargaşası dışında, kitap bilimsel doğrulara bağlı kalıyor; Clarke, bahsettiği gezegenlerin ve uyduların atmosfer koşullarını, uzay gemilerini, bir bilim kurgu romanında olabileceği kadar bilimsel gerçeklikle anlatıyor.

Romanımız 2200'lü yılların son yarısında, Satürn'ün en büyük uydusu olan Titan'da başlıyor. İnsanlar Güneş sistemine yayılmışlar, Ay, Mars, Merkür ve Titan'da yerleşik koloniler kurulmuş; insan yerleşimine uygun büyük uydularda çalışmalar sürüyor ve kitapta oldukça ütopik bir toplum kurgusu var. Din ayrılıkları, ırkçılık, yoksulluk kalmamış; hem Dünya'da hem de kolonileşen diğer gezegen ve uydularda her şey yolunda! Eşcinsellik normal, geleneksel evlilikler sürse de serbest cinsel ilişki ve biseksüellik sıradan, (eski dönemlerde beyaz tene atfedilen) elitizm artık az bulunan siyah tene yönlenmiş; politika bir çıkar ve kavga alanı olmaktan uzaklaşmış.
"Dünya üzerindeki hemen tüm politik atamalar, gerekli niteliklere sahip kişilerin bulunduğu bir havuz içinden, bilgisayarın rasgele seçimiyle yapılmıştı. Bazı işlerin onları yapmaya gönüllü insanlara, hele bir de bu insanlar fazlasıyla hevesli olduklarını gösteriyorsa, asla verilmemesi gerektiğini, insan ırkı binlerce yılda ancak idrak edebilmişti."
(Bu alıntıdaki "rasgele" kitapta yazıldığı şekli ile aktarıldı.)
Ayrıca, Dünya'da konuşulan İngilizceye gittikçe daha fazla Çince sözcüğün karıştığı söyleniyor kitapta; bu da sinirlendikleri zaman çatır çatır Çince küfürler sıralayan mürettebatı ile Serenity'yi, dolayısıyla Firefly adlı güzide diziyi aklıma düşürdü okurken. (Bir on dakika kadar dizinin jenerik müziğini dinleyip yas tutup geleceğim ben; bu arada Firefly'a bakıp izlemeye başlayabilirsiniz belki, sonra Fox'a Çince küfür edenler kervanına katılırız beraber.)

Ehm... Kitabın ana karakterleri Malcolm, Colin ve Duncan Makenzie'den ibaret üç nesillik bir aile. En büyükleri olan Malcolm, Titan'a yerleşen ilk kolonicilerden biri ve Titan siyasetinin tepesinde sağlam bir yer edinmiş. Genetik bir bozukluk nedeniyle doğal yollarla sağlıklı çocuklara sahip olması mümkün olmayan Malcolm, klonlama yoluyla edindiği ve genetik kopyası olan çocuğunu (Colin'i) varisi ve iş ortağı olarak yetiştirmiş. Colin de, 40'lı yaşlarına gelince babasının yolunu izlemiş ve üçüncü klon olan Duncan doğmuş. Titan'da başlayan romanda Makenzieleri ve bazı akrabalarını, arkadaşlarını tanıyoruz, uydudaki işleyişi öğreniyoruz. Sonra Duncan ile birlikte, ABD'nin beş yüzüncü Kurtuluş Günü kutlamalarına (4 Temmuz 2276) katılmak üzere Dünya'ya doğru yola çıkıyoruz. Duncan Dünya'nın yer çekimine alışmaya çalışıyor, Titan'daki yeraltı yaşamından sonra açık gökyüzü karşısında dehşete kapılıyor, yağmurun zararsız olduğunu algılamaya çalışıyor. Bizim için sıradan olan pek çok şeye tamamen yabancı olan bir Titanlının gözünden gezegenimize bakmak epey ilginç. Bir çeşit cep bilgisayarı ya da akıllı telefon olan minisek'i kullanıyor bol bol. Yine global (hatta gezegenler arası) bir iletişim ağı öngörüsü var kitapta ve yine kablosuz veri iletimi yok; minisek'in hafızasında kayıtlı olmayan bilgilere ulaşabilmek için genel ağa kablo ile bağlanması gerekiyor.

Bütün bunlar aslında ilginç ve keyifli; uzayda kolonileşme, farklı gezegenlerde yaşayan insanların bir araya gelmesi ve Dünya'yı onların gözünden izlemek, Clarke'ın bilimsel öngörüleri... Fakat kitabın geneline hakim olan iyimserlik o kadar naif ki, bir yerden sonra rahatsız etmeye başlıyor. Bir de, kitabın ancak sonlarında ortaya çıkan ve Duncan'ın çözmeye çalıştığı bir gizem var ama konuya heyecan kattığı, kitabın sonunu merak ettirdiği söylenemez. Sanırım en çok bu yüzden "tam olmamış" gibi geldi bana.

Kitabın kendisinden çok, bu yazıyı yazmaktan keyif aldım. Evet, bence de biraz tuhaf. Beğenmediğim kitaplar hakkında yazmak daha zor geliyor genellikle. Ama, bu sefer ilgimi çeken bir şey öğrendim, o yüzden daha keyifli oldu. Her zamanki gibi Google'da kitabı araştırırken İngilizce bir blogda bu kitapla ilgili bir değerlendirme buldum. Kitabı çok beğenen biri tarafından yazıldığı belli olan yazı epey hoşuma gitti, güzel yazmış diyerek okudum, okudum... Yazının sonuna gelince Jo Walton adını gördüm, "Ben bu ismi biliyorum!" diyerek kitaplığıma doğru döndüm, kitaplarımı şöyle bir taradım; sonra tekrar bloga bakıp sayfanın en üstüne kadar çıktım, tekrar Jo Walton adını gördüm. Sonra, dev bir kalabalığın ortasında bir arkadaşımla karşılaşmış gibi sevindim. Ötekiler Arasında'nın yazarı Jo Walton "Aa evet, ben de okudum o kitabı; çok da sevdim aslında, sen niye sevmedin ki?" diye karşıma geçmiş, kitap hakkındaki fikirlerini anlatıyor bana! Okumak isterseniz şuraya buyurun. (Özellikle yorumlarda bolca spoiler var, uyarmadı demeyin!)

Şimdi, hoşgörünüze sığınarak, laf arasında Firefly dediğim andan beri peş peşe dinlediğim müziği de buraya bırakıyorum.

15 Nisan 2014

Balkar Şiiri Antolojisi


Balkar Şiiri Antolojisi - Малкъар Поэеияньı Антологиясьı (Malkar Poeyeiyanı Antologiyası)
Kanşaubiy Miziev
Çevirenler: Zühtü Bayar, Ataol Behramoğlu, Anıl Meriçelli, Kanşaubiy Miziev, Ahmet Necdet, Seyyir Nezir, Mehmet Özgül, Hasan Hüseyin Yalvaç
Broy Yayınevi
Mart 2011 (1. basım)
155 sayfa

* Okuma Şenliği için bir şiir kitabı.

Yaz 2013 Okuma Şenliğimizde, içinde adımın geçtiği bir kitap bulmak için (bulduğum zaman hemen alıp genellikle okumadığım) Kafkasya ile ilgili kitaplarıma yönelmiştim. Bu sefer, bir şiir kitabı okumam gerekiyordu ve yine bu kitaplar yardımıma yetişti. İçinde 43 şairin kısa hayat hikayeleri ve şiirlerinden örnekler bulunan bu antolojiyi seçtim.

Kitaptan biraz bahsetmeden önce, bu yazıyı okuyacak birkaç kişinin aklından geçebileceğini düşündüğüm "Balkar ne yahu?" sorusunu cevaplayacağım. Balkarlar, Kuzey Kafkasya'da yaşayan, Karaçaylarla hem etnisite, hem dil olarak yakın olan, kökenlerinin Bulgarlar, İskitler, Sümerler ya da Hazarlara dayandığı şeklinde farklı görüşler olan bir halk. Yerleşik oldukları Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti, Elbrus Dağının hemen yanında; Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyetine, Gürcistan'a, Osetya'ya komşu. Ana dilleri olan Balkarca, Karaçayca ile birkaç ses ve telaffuz farkı dışında neredeyse aynı; kimi kaynaklarda Karaçay-Balkarca olarak tek isim altında görülebiliyor. Bu dil de, Azerice ya da Tatarca gibi, dinlediğinizde çok tanıdık gelecek kadar Türkçeye yakın; Kiril alfabesi kullandıkları için, okumada biraz zorluk çıkarabiliyor.

Kuzey Kafkasya'da yerleşik diğer halklar gibi savaşlar ve sürgünlerle dolu bir geçmişi olan Balkarların edebiyatı, elbette bu olaylardan çok etkilenmiş. Kitabın girişindeki Balkar Şiiri adlı değerlendirme yazısı bundan da bahsediyor ve Balkar şiirini savaş dönemi, sürgün dönemi, yeni dönem gibi başlıklara ayırıyor. Antolojide yer alan şairlerin pek çoğu sürgüne gönderilmiş, yurtlarına geri dönmüş (ya da dönemeden hayatını kaybetmiş), kimileri Sovyet ordusunda Nazi Almanyasına karşı savaşmış, kimileri Kuzey Kafkasya'da Stalin'e karşı savaşmış ve bütün bunlar şiirlerde yer bulmuş. Kitapta aşk şiirleri, pastoral şiirler gibi sevimlilikler yerine bolca sürgün şiiri, vatan özlemi, savaş şiirleri var.

Balkar şairleri arasında Rusya'da tanınan, edebiyat gruplarına dahil olup ödüller alan birçok isim var. Çok kalabalık bir halk olmayan Balkarlar 1944 yılında, Stalin döneminde Sibirya ve Orta Asya'ya sürgüne gönderilmişler. Sürgünün yanı sıra dillerinin de yasaklanması ile beraber, Balkar edebiyatı bir duraklama dönemine girmiş, yine de şairlerin çoğu gizlice şiir yazmaya devam etmiş. Kanşaubiy Miziev, bu durumu anlattıktan sonra, Şeyh Şamil'in ilginç bir anekdotunu paylaşıyor yazısında:
Şiiri yasaklayan Şamil, bunun nedenini soran yakınlarına şu cevabı verir: "Bunu halkımı ve kendimi berbat şairlerden kurtarmak için yaptım. Şair ruhu olmayanlar korkar ve şiir yazmaktan vazgeçer. Gerçek şairler zaten yazma yasağına dayanamaz ve şiir yazmaya devam ederler, onları hiçbir yasak durduramaz."
Şiirden pek anlamıyorum ve en son ne zaman sadece canım istediği için oturup şiir okuduğumu hatırlamıyorum. Dolayısıyla, kitaptaki şiirleri değerlendirebilecek durumda değilim. Fakat, ne kadar Türkçeye yakın bir dilden çevrilmiş olursa olsun, çeviri şiir okumak iyi bir fikir değilmiş. Kitapta, şiire özgü o akıcı dili yakalamak mümkün değil; çeviriler Balkar dilinin kendine özgü tınısını ve nüanslarını yansıtmayı başaramıyor. (Şiirleri değil ama çeviriyi değerlendirebiliyorum, çünkü ailemde hâlâ ana dil Karaçayca ve ev içinde sürekli Karaçayca konuşuluyor; ben konuşamasam da dinleme ve okumada gayet iyiyim.)

Şiirler dışında, kitapta ilgimi çeken iki şey oldu. 1916 doğumlu şair Maksim Gettuev'in Kosmonartla (yani, Uzay Nartları) adlı bir kitabı varmış; bir de 1939 doğumlu Ali Bayzullaev için "Balkar edebiyatının ilk bilim kurgu kitabı" Julduz Muhajirle (Yıldız Muhacirleri)'nin yazarı diyor. Yine Bayzullaev'in Yıldız Sürüleri, Yanan Yıldızlar, Zamanların Çarkı adlı kitapları da listelenmiş. Bu kitapları bulup okuma olasılığım pek yüksek değil, yine de Balkarca yazılmış bilim kurgu kitapları olmasına, nedense çok şaşırdım. Sonra, "Neden şaşırdım ki?" diye tekrar şaşırdım. Sovyet edebiyatı birçok bilim kurgu yazarı çıkarmışken, Zamyatin 1921'de Biz'i yayımlamışken, Balkar edebiyatçılarının bilim kurguyla ilgilenmesi beklenmedik bir şey değil.

Şiir kitabı okuma görevimi tamamlayıp rahatladım, şenlik kitaplarıma huzur içinde devam edebilirim.

10 Nisan 2014

Damızlık Kızın Öyküsü



Damızlık Kızın Öyküsü - The Handmaid's Tale
Margaret Atwood
Çevirenler: Sevinç Kabakçıoğlu, Özcan Kabakçıoğlu
Afa Yayınları
Ekim 1992
352 sayfa

* Okuma Şenliği için, şimdiye kadar okumadığım bir kadın yazarın kitabı.

Damızlık Kızın Öyküsü'nü üç gün önce bitirdim; üç gündür Blogger'a giriyorum, kitabı elime alıyorum, birkaç saniye boş boş baktıktan sonra bir oyuna dalıyorum, yeni bir dizi bulup izlemeye başlıyorum, aniden bulaşık yıkamaya karar veriyorum, hiçbirini yapamazsam Facebook üzerinden "yaaa ben bloga yazı yazamıyorum" diye mızıklanıyorum zavallı arkadaşlarıma. Sınav öncesi ders çalışmamak için her şeyi yapan öğrencilere döndüm. (Kendi öğrenciliğime de dönmüş olabilirim. Emin değilim.) Böyle başlayınca, kitabı sevmediğim izlenimi oluşturuyor olabilirim; hiç ilgisi yok, öyle değil. Kitabı çok sevdim, hakkında çok şey söylenecek bir kitap olduğunu düşünüyorum ve eli yüzü düzgün bir yazı çıkaramayacağımdan korktuğum için günlerdir oyalanıyorum. Sanırım bu oyalanma sürecini tamamladım; hemen bir kahve yapıp içsem, bir de ortalığı süpürsem, toz alsam, iki çeşit yemek yapıp gelsem; tüm ilgimi bu yazıyı tamamlamaya verebilirim!

(Aradan bir gün daha geçti. Üstelik bu yazıyı bitirip kitabı raftaki yerine koymadan önce başka bir kitabı okumaya başlayamıyorum.)

Atwood'un bu karanlık distopyası yakın gelecekte (hatta bize göre, belki geçmişte) ABD hükümetinin yerine geçen totaliter bir yapı (Gilead) içinde geçiyor. Topluma terörist saldırılar olarak sunulan olayların ardından ABD hükümeti dağılmış; kendilerine Yakup'un Oğulları diyen bir grup yönetime el koymuş ve çok kısa bir zaman içinde her şey değişmiş. Kadınların paralarına el konulmuş, çalışmaları yasaklanmış, sınıflandırılarak yeni toplumdaki yerlerine dağıtılmışlar. Sosyal piramidin tepesindeki grup olan eşler yüksek rütbeli erkeklerle evlenip, ev işlerini idare ediyorlar ve yalnızca mavi elbiseler giyiyorlar. Marthalar ev içi hizmetlerde kullanılan, çocuk doğurma yaşını geçmiş ya da kısır olan kadınlardan oluşan grup, yeşil giysiler giyiyorlar. Kırmızı uzun elbiseler, kırmızı eldivenler giyen, yüzlerini kırmızı peçeler ve beyaz kanatlarla kapatanlar ise damızlık kızlar. Yüksek rütbeli erkeklere ait olan bu kadınların öncelikli görevi çocuk doğurmak. Damızlık kızları eğiten, kahverengi elbiseli kadınlara teyze deniyor; Gilead yönetimini içtenlikle destekleyen bu yaşlıca kadınlar, kalabalık eğitim merkezlerinin yönetiminden sorumlu. Bir de ekonokadınlar var. Daha alt seviyedeki erkeklere ait olan; evin bütün işlerini ve çocuk doğurma sorumluluğunu üstlenen bu kadınlar birleşik görevlerine uygun olarak mavi, yeşil, kırmızı çizgili elbiseler giyiyorlar. Bunlardan herhangi birini beğenmediyseniz, kolonilere giden kadınlara katılabilirsiniz. Orada ağır işlerde çalıştırılır, kirlenmiş hava ve toprak yüzünden yavaş yavaş ölebilirsiniz. Ya da Jezebel olarak anılan kadınlardan biri olur, komutanların yasa dışı partilerinde fahişelik yapabilirsiniz.

Kadınların okuması, yazı yazması yasak. Öyle ki, mağaza tabelaları bile silinmiş; isimler ve sözcükler yerine, örneğin Bilumum Etler adlı dükkanın tabelasında tahtadan yapılmış bir pirzola var. Süt ve Bal diye bilinen dükkan ise üç yumurta, bir arı, bir inek resmi ile tanıtıyor kendisini. Kişilikleri, meslekleri, paraları, özgürlükleri yok edilen bu kadınların isimleri de ellerinden alınmış. Bir martha iseniz, size isminizle seslenebilirler; fakat bir damızlık kızın ismi, hizmet ettiği komutan ile birlikte değişiyor. Fredinki, Warreninki, Gleninki oluyor; kendi olmaktan tamamen sıyrılıyor.

Gilead'daki erkeklere gelince, sıradan işleri yapan adamları bir yana bırakırsak, yönetim kademesine ait birkaç rütbe var. En üstte, elbette, komutanlar var. Göz olarak adlandırılan, kim olduklarını asla bilemeyeceğiniz gizli polisler; Gilead sınırlarını büyütmeye yönelik savaşta yer alan melekler ve rutin polis işerini yapan gardiyanlar var.

Kitap yok, gazete yok, televizyon tamamen Gilead yönetiminin kontrolünde, haberlerde yalnızca meleklerin yeni bir zaferi ya da yakalanan bir suçlu gösteriliyor. Gilead, askeri güçlerin yanında dini ögeleri de başarıyla kullanarak toplumu kontrol altında tutuyor. İşte bu keyifli, özgür, cıvıl cıvıl ortamda geçiyor romanımız. Birinci tekil şahıs kullanan anlatımda, olayları (ve anıları) Fredinki'nin gözünden görüyoruz, onun hafızasında geziyoruz. Roman düz bir zaman çizgisi üzerinde ilerlemiyor; Fredinki, teyzelerden eğitim aldığı yeri geçmiş zamana dönüşlerle anlatıyor; şimdiki zamana gelip hikayesini gün gün anlatırken bütün bu olayların öncesine dönüp annesini, kocasını, elinden alınan çocuğunu anlatıyor.

Genellikle okuduğum distopyalar bir şekilde, çok gerçek değildir; karanlık bir gelecek portresi çizseler de kurgu olduklarını unutturmazlar. Damızlık Kızın Öyküsü ise beni fazlasıyla korkutarak, hiç fark etmeden içine düşeceğim bir dünya gibi geldi. Bunun bir nedeni, Atwood'un anlatımında gizli sanırım. Hikaye anlatıcısı olan Fredinki, yaşadığı yeni dünyayı kanıksamış, olayları gereksiz dramatik tasvirlerle süslemiyor; tam aksine, sıradan bir günü anlatıyor ve geçmişten bahsettiğinde "Gerçekten öyle mi yaşıyorduk?" diye şaşırıyor.
"Çıplaklığım şimdiden garip geliyor bana. Bedenim modası geçmiş gibi görünüyor. Sahilde, mayo giyer miydim, gerçekten? Giyerdim, düşünmeden, erkekler arasında, bacaklarımı, kollarımı, kalçalarımı ve sırtımı sergileyerek, görülebildiğimi umursamadan."
Kitabın etkileyiciliğinin ikinci nedeni ise, bir geçiş aşamasını anlatması. İyi bilinen tüm diğer distopyalarda (1984, Biz, Fahrenheit 451...) kurgulanan dünya uzun süredir aynı durumda; kitapların kahramanları o dünyada doğmuşlar ve geçmişi, bizim için "normal" olan dünyayı bilmiyor ancak sezinliyorlar. Damızlık Kızın Öyküsü ise bir geçiş romanı. Fredinki, sıradan bir ABD demokrasisinde doğmuş, mini etek giyip eğlenmiş, aşık olmuş; alışık olduğu dünya gözlerinin önünde değişmiş ve bize her iki dünyayı da anlatıyor.

Nolite te bastardes carborundorum.

1 Nisan 2014

Gulliver'in Gezileri


Gulliver'in Gezileri - Gulliver's Travels
Jonathan Swift
Çeviren: Kıymet Erzincan Kına
İthaki Yayınları
Temmuz 2013 (2. basım)
341 sayfa

* Okuma Şenliği için ben doğmadan en az 100 yıl önce yazılmış olan kitap. (1726)

İrlandalı yazar ve heccav Jonathan Swift'in bu kitabını biraz Eskişehir'de, biraz Ankara'da, biraz da trende okudum, dolayısıyla epey parçalı bir okuma oldu ve kitaptan sıkılmaya başlamıştım ki, sonunda bitti. Kapağı açar açmaz gördüğüm "Jonathan Swift: Heccav. Ömrünün sonuna doğru felç geçirdi ve konuşma yeteneğini kaybetti. Mezar kitabesini kendi yazdı." şeklindeki minyatür biyografiye bir süre boş boş bakarak başladım kitabı okumaya. (Heccav? Wicca? Yok canım... Hımm. Hiccup? Daha neler!) Sonra öğrendim ki, heccav sözcüğü hicivden geliyormuş, satirist, yergici, hicveden demekmiş. Şimdiye kadar başka hiçbir kitabını okumadığım Swift, İngilizce nesirin en önemli satiristlerinden sayılıyormuş. Böylece yeni bir sözcük öğrenip mutlu oldum! (Şimdiye kadar okumadığım derken, bırakın okumayı, kendisinin başka hiçbir kitabının Türkçe baskısına rastladığımı hatırlamıyorum. Şimdi bir online kitapçıda denedim, Gulliver'in Gezileri'nin onlarca çeşit baskısının dışında yalnızca iki kitabını bulabildim: Hizmetkarlara Talimatlar ve Alçakgönüllü Bir Öneri. Bu iki kitaba da bir bakmak lazım sanırım.)

Gulliver'in Gezileri ile, eğitim hayatınızın bir noktasında mutlaka karşılaşmış olmalısınız diye düşünüyorum. Ben ilköğretimin ilk yıllarında okumuştum ama çocuklar için düzenlenmiş, epey kırpılmış bir kitaptı ve yanılmıyorsam sadece Lilliput'taki maceraları içeriyordu. 9-10 yaşlarında bir çocuk için gayet eğlenceli ve basit bir kitap; bir adam var, denizde kayboluyor ve kendini minicik insanların ortasında buluyor. Meğer o iş öyle değilmiş; hiciv sanatı diye bir şey varmış, alegori varmış; Swift, zavallı Gulliver'i oradan oraya boşuna gezdirmiyormuş. Üstelik, Lilliput dışında birçok tuhaf ülkeye daha gitmiş; dolayısıyla tam metin çevirisini okumak istiyordum bir süredir.

(Burada uzun bir parantez açıp, alegori sözcüğünü bir türlü hatırlayamadığım için Ayberk'e sorduğumda aramızda geçen diyalogu aynen aktarmak istiyorum:
- Ya, hani yazarlar eleştiri yaparken "aslında sizden bahsetmiyorum yeaa" ayağı yaparlar ya, aslında Mars'ta oluyor o, aslında başka ülke falan diye; o yaptıkları şeyin bi ismi var mı?
- "Mars'ın başkenti Hasankara'da insanlar 53 saattir verdikleri oyları koruyorlar" gibi mi?
- Aynen. Komple romanlarda yapıyorlardı ya bunu bilim kurgucular falan. Ne o yaptıkları? Hiciv değil, sembolizm değil, bir şey olması lazım.
- Alegori. Yukarıda yaptığım da alegorik tariz.
- Ohh! Teşekkürler!
Şu yazıları yazarken doğru düzgün cümleler kurmak için ne çabalar harcıyorum, ne debeleniyorum. Bu sözcük unutmalarım için bir şey yapmam lazım. Neyse.)

İşte böyle, Gulliver birbirinden acayip ülkelerde gezerken (aslında bu ülkelere kazayla ulaşıp canını zor kurtarırken) ülkesinin, toplumun, politikacıların eleştirisini yapıyor; fakat bütün anlattıkları gerçek dışı mekanlarda gerçekleştiği için dönemin kralı George I, Swift'i huzuruna çağırıp "Arkadaşım, sen ne diyorsun, gel bi' anlat bakayım." diyemiyor. Demokrasinin beşiği ülkemiz için elbette böyle bir şey söz konusu değil, fakat düşünmenin bile kısıtlandığını duyduğumuz (özgür internetimiz sayesinde duyuyoruz elbette) kimi ülkelerde bu yöntem çok kullanışlı olacaktır diye düşünüyorum.

Bay Lemuel Gulliver, tanınmış bir cerrahın yanında birkaç yıl çıraklık yaptıktan sonra tıp eğitimi almış, ardından gemi doktoru olup maceradan maceraya koşmak isteyip kendini denizlere atmış bir genç adam. Sefere çıktığı ilk gemi olan Swallow ile birkaç sorunsuz yolculuk geçirmiş, durulmuş, evlenmiş; bir süre akıllı uslu yaşadıktan sonra yerinde duramayıp tekrar denize açılmış. Deniz yolculuklarında sık sık felaketler yaşayıp her seferinde canını zor kurtarmasına rağmen, bu akılsız adam bir türlü uslanmamış; karısının, arkadaşlarının öğütlerini dinlememiş; bin bir zorlukla eve ulaşıp birkaç ay dinlendikten sonra yine kendini denizlere atmış. Bir kitabın baş karakteri ancak bu kadar sevimsiz ve sinir bozucu bir adam olarak kurgulanabilirmiş. Ya adam bi' dur. Doktorsun sen, aç bir muayenehane, takıl orada işte. Ama hayır, "Başıma ne işler geldi, yeter artık denizciliği bırakayım." demek yok. Ancak insanlardan nefret eder hale gelince evine kapanmış adam, oturup maceralarını yazmış.

Gulliver'in yazıya döktüğü ilk macerası 4 Mayıs 1699'da, Güney Denizi'ne açılmak üzere yola çıkan Antelope gemisinde başlıyor. Doğu Hindistan'a doğru giderken yakalandıkları fırtınada gemi parçalandıktan sonra, Gulliver sağ kalan tek kazazede olarak neresi olduğunu bilmediği bir yerde karaya çıkıyor ve burada minicik, parmak kadar insanlarla karşılaşıyor; ülkelerine Lilliput dendiğini öğreniyor, dillerini de öğrendikten sonra Lilliput İmparatoru ve üst düzey yöneticileri ile bol bol sohbet edip fikir alışverişinde bulunuyor. Lilliputluların yaşamını, adalet sistemlerini, komşu ada Blefuscu ile olan çekişmeyi anlatıyor bu kısımda. Hani, yumurtanın sivri tarafından mı, yoksa geniş tarafından mı kırılması gerektiği konusundaki anlaşmazlık yüzünden çıkan isyan ile başlayan çekişme. Lilliput'u anlatan kısımda en çok adalet sistemi ve devlet için çalışan insanların nasıl seçildiği aklımda kaldı:
"Lilliput'lular, dolandırıcılığı hırsızlıktan daha büyük bir suç olarak kabul ettiklerinden, bu suçlar çoğu zaman ölümle noktalanıyor. İddialarına göre, dikkat, uyanıklık, biraz da zekâ bir adamın malını mülkünü hırsızlardan koruyabilir; ancak dürüstlük, kendini hiçbir zaman düzenbazlığa karşı koruyamaz."
"Bizim yasalarımızın ödülden hiç söz etmeden yalnızca cezalarla yürütüldüğünü söylediğimde, bunu, bizim siyasetimizde çok büyük bir kusur olarak değerlendirmişlerdi. İşte bu yüzdendir ki, mahkemelerindeki adalet imgesi; iki önde, iki arkada, birer tane de yanlarda olmak üzere, her yeri görebildiğini simgeleyen altı gözlü bir heykel idi. Sağ elinde ağzı açık, altın dolu bir torba, sol elinde de kınının içinde bir kılıçla, cezalandırmaktan çok ödüllendirme amacını sergiliyordu."
"İşe alacakları adamları seçerken, yetenekli olmalarından çok iyi ahlaklı olmalarına dikkat ediyorlardı. Zira devlet insanlar için gerekli bir şey olduğundan, ortalama bir insan zekâsı şu ya da bu görev için yeterli olarak görülüyordu. (...) Yüksek zihin yetenekleriyle donanımlı olmak, ahlak yoksunluğunu hiçbir zaman telafi edemeyeceğinden, belli görevler, oldukça nitelikli fakat tehlikeli insanların ellerine asla bırakılmamalıydı."
Lilliput ve Blefuscu'da uzun süre yaşayıp, bu minicik insanları kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya bıraktıktan sonra; biraz kendi çabasıyla, biraz da şansının yardımıyla İngiltere'ye dönen Gulliver, evinde rahat oturmaya ancak iki ay dayanabilmiş; 1702 yılında, Adventure isimli bir gemi ile yollara düşmüş. Bu kez Ümit Burnundan ve Madagaskar Boğazından geçerken yine fırtınaya yakalanmışlar ve ancak Ekvator civarında iken gemiye hakim olabilmişler. Buldukları ilk kara parçasında; su bulmak ve nerede olduklarını anlamak için karaya çıkan denizcilere katılan Gulliver, ani bir tehlike yüzünden gemiye dönmek zorunda kalan adamlara yetişememiş ve bir kez daha bilmediği bir yerde tek başına kalmış. Bu sefer, ilk macerasının tam tersine, dev insanların yaşadığı bir yer olan Brobdingnag'a düşen Gulliver, kendisini bulan bir toprak sahibinin evine götürülmüş, burada bakılmış, beslenmiş; akıllı bir evcil hayvan ya da oyuncak gibi evin kızı tarafından bakımı üstlenilmiş, dillerini öğrenmiş. Bir süre sonra ise, Kraliçe'ye satılmış ve bakıcısı olan küçük kız da onunla birlikte saraya yerleşmiş. Burada da Gulliver ile Kral'ın uzun tartışmalarını okuyoruz; Brobdingnag kralı, İngiltere'nin yasalarını yerden yere vuruyor:
"Benim minik dostum Grildrig, vatanın için fevkalade övgüler yağdırdın. Açıkça şunu kanıtladın ki, yasalarınızı yapan kişileri nitelendirecek en uygun özellikler; bilgisizlik, tembellik ve kötü alışkanlıktan ibaret. Bu yasalarsa, bütün ilgileri ve yetenekleri saptırmaya, zihinleri bulandırmaya ve görevden kaçmaya çalışan kişilerce açıklanıp yorumlanmakta ve uygulanmakta."
Korkutucu olayların ardından kendini açık denizde bulan Gulliver, tesadüfen oradan geçen bir gemi  tarafından kurtarılıp evine dönebilmiş. Ve... Evet, bir türlü akıllanmadığı için, tekrar denize açılma fırsatı çıkınca hiç tereddüt etmeden yollara düşmüş. Hope-well adlı bir gemi ile, Doğu Hindistan'a doğru yola çıkan Gulliver bu bölümde Laputa, Balnibarbi, Luggnagg, Glubbdubdrib ve Japonya yolculuklarını anlatıyor bize. Bu yolculuğun başında, gemileri korsanların eline düşmüş ve Gulliver'in hayatı bağışlanıp küçük bir kano ile açık denize bırakılmış. Birkaç gün boyunca küçük adalar arasında dolaşıp hayatta kalmaya çalışırken, sonunda bir uçan ada ile karşılaşmış! Laputa adlı bu uçan ada, manyetik alanları kullanıyor, yani devasa mıknatıslarla havada tutulup üç eksende hareket etmesi sağlanıyor. Adanın hareket sistemi uzun uzun anlatılmış kitapta. (Swift'in bilim kurguya dokunuşları...) Bu ada bir ülke değil, Balnibarbi kralının gezici konutu. Kral, ailesi ve kalabalık tebaası, tüm üst düzey insanlar bu adada yaşıyor ve ülkenin üzerinde bir oraya bir buraya süzülüyorlar. Laputa sakinlerinin ilgisini çeken yalnızca iki konu var: Matematik ve müzik. Yemeklerini geometrik biçimlerde kesip sunuyorlar; üst düzeydeki insanlar sürekli matematikle ilgili derin düşüncelere daldıkları için, "dürtücü" denen görevliler bezelye dolu keseler taşıyıp, bu keselerle efendilerinin ağızlarını, kulaklarını, gözlerini dürtüp zihinlerini uyarıyor. Bir süre sonra, Gulliver, ülkenin başkenti olan Lagado'ya iniyor ve bize bu ülkeyi de uzun uzun anlatıyor. Burası çeşitli alanlarda çalışan araştırmacılarla dolu; yaşamı kolaylaştıracak yollar bulmaya çalışırken her şeyi daha beter ediyorlar:
"Bu okullardaki profesörler, inşaat ve tarım için yeni yöntemler ve kurallar ile ticaret ve üretim alanları için yeni araç gereçler tasarlıyorlardı. Söylediklerine bakılırsa, bir adam on adamın işini yapacak, bir saray belki bir hafta içinde inşa edilebilecek ve bütün araç gereçler sonsuza değin onarmaksızın dayanıklı kalacaktı. Dünyadaki bütün meyveler hangi mevsim istenirse olgunlaşıp, şimdi olduklarından yüz kat daha verimli hale geleceklerdi. Bana, buna benzer bir sürü tasarı anlattı. İşin garip yanı, şu ana kadar hiçbir proje mükemmelliğe erişememiş; işte şimdi bütün ülke sefalet içinde, evler harap, insanlar aç ve çıplak."
Lagado'da TOKİ varmış meğer! Gulliver, Lagado'dan ayrılıp Maldonado'ya gidiyor, oradan Luggnagg'a geçecek bir gemi beklerken Glubbdubdrib adasını ziyaret ediyor. Bu ada, büyücüler adası olarak biliniyormuş ve adanın valisi, istediği ölüyü çağırıp hizmetkar olarak kullanan bir acayip büyücü. Valinin izni sayesinde, Gulliver birçok ölüyü karşısına alıp, tarihte merak ettiği olayları onların ağzından dinleme şansı bulmuş. Büyük İskender, Sezar, Brütüs, Sokrates, Thomas More, Homeros gibi isimlerle gerçekleştirdiği uzun sohbetleri anlatıyor. Sonunda adadan ayrılıp Maldonado limanına ve oradan Luggnagg'a geçiyor; Luggnagg tuhaf adetleri olan bir ülke, Gulliver bu adetleri anlatıyor, sonra burada yaşayan (sayıları çok az olan) Struldbrug'larla, yani ölümsüz insanlarla ilgili uzun bir değerlendirmeye yer veriyor anılarında. Ölümsüzlüğün büyük bir ahlak, bilgelik, mutluluk kaynağı olacağını düşünürken; gerçeklerin öyle olmadığını görmüş:
"Struldbrugg'lar bu ülkedeki en yüksek yaşam sınırı olarak bilinen seksen yaşına vardıklarında, yalnızca diğer yaşlılardaki aptallıkları ve kusurları değil; hiç ölmemenin, o dehşet verici geleceğin ortaya çıkardığı daha başka bir sürü aptallık ve kusurları da taşıyorlardı. Sadece dik kafalı, huysuz, açgözlü, ters, kibirli, geveze olmakla kalmayıp, arkadaşlık kuramıyor, torunlarından sonra gelenlere karşı hiçbir doğal sevgi besleyemiyorlardı."
Kitapta bu isim Struldbrug/Strulddbrugg olarak bir öyle, bir böyle yazılmış, fakat sanırım tek G ile yazılanı doğru, internetteki kaynaklarda öyle geçiyor. Bu arada, 1700'lerde cinsiyet eşitliğinden bahsetmek pek mümkün olmasa da, Swift o kadar cinsiyetçi bir yorum yapmış ki, trende okurken gülmekten kendimi alamadım, karşımda oturan kadın tuhaf tuhaf baktı bana:
"Bir Struldbrug, kendi türünden biriyle evlenecek olursa çiftin en genci seksen yaşına varır varmaz, bu evlilik Krallığın izniyle derhal feshedilir. Çünkü yasaya göre, kendi hataları olmadan sonsuza kadar dünyada kalmakla mahkûm edilmek zaten makul bir af gerekçesi olduğundan, yaşadıkları sefaleti bir de karı yükü ikiye katlamamalıdır."
Hımm... Doğru tabii. Her neyse, Gulliver sonunda bu ülkeden de ayrılmış ve Japonya'ya geçmiş. Japonya'dan bir Felemenk gemisiyle Amsterdam'a, oradan da İngiltere'ye geri dönmüş. Evinde, eşi ve çocuklarıyla beş ay dinlendikten sonra (yine!) yerinde duramamış ve daha önce doktor olarak görev yaptığı Adventure gemisine bu kez kaptan sıfatıyla geri dönmüş. Aklı beş karış havada bir adam olduğundan, gemisine yeni adamlar alması gerektiğinde doğru düzgün insanlar seçmek yerine gemiyi korsanlarla doldurmuş ve kısa zamanda gemideki hakimiyetini kaybetmiş. Geminin idaresini ele geçiren korsanlar insaflı davranmışlar ve Gulliver'i denizin ortasında bırakmamışlar da, bilmediği bir kıyıya kadar götürüp orada bırakmışlar. Bu son varış noktası ise Houyhnhnm'ların ülkesi imiş. Yani, çok akıllı atların idare ettiği ve Yahoo olarak adlandırılan akılsız, vahşi insanların bulunduğu bir ülke. Burada, Gulliver'in akıllı bir yaratık olduğuna inanmakta güçlük çekmişler çünkü ülkedeki Yahoolar ehlileştirilemeyen, sürekli başka hayvanlara saldıran, kendi aralarında kavga eden ilkel bir tür. Houyhnhnm'lar ise yüksek ahlaki değerlerle yaşayan, çok asil bir ırk. Swift, bu bölümde avukatları, savaşları, politikacıları, hatta doktorları yerden yere vurmuş, bütün eleştirilerini bir atın ağzından anlatmış. Öte yandan bu çok üstün Houyhnhnm ırkı, cinsiyetçi ve ırkçı yaklaşımlardan uzak değil:
"Evliliklerde, soyların saflığının bozulmasına meydan vermemek için renk seçimlerinde son derece dikkatli davranırlar. Erkeklerde temel olarak güce, dişilerde de zarafete önem verilir; ancak bunu aşk için değil de, soyun bozulmasına engel olmak için yaparlar çünkü dişi güçten yana üstün olursa, ona uygun olarak da zarif bir eş seçerler."
Nihayet, Gulliver tekrar yola çıkıyor. Hatta, hayatının sonuna kadar burada yaşamak istediği halde Houyhnhnm meclisinin kararı ile ülkeden ayrılması isteniyor. Derme çatma bir kayık yapıp ülkeden ayrılıyor. Vahşi ve korkunç Yahoo'ların arasına dönmek istemediği için, ıssız bir adada yaşamaya kalkışsa da, kendisini bulan denizcilerin zorlaması ile İngiltere'ye ve karısının yanına dönüyor.

Kitabın anlatımı keyifli ve Swift'in eleştirileri ilgi çekici olsa da, yarısından sonra çok sıkılmaya başladım. Oysa çocukken bir çırpıda bitmişti, iyiydi o. (Dünya Klasikleri serisinden çıkan bir kitaba "sıkıldım" dediğim için affedilirim umarım.) Yine de, yazının başında bahsettiğim diğer Swift kitaplarını da okumak istiyorum. Bu arada, neden böyle çenem düştü, bu kadar uzun anlattım ben de anlamadım. Kısaca, Gulliver denen adam oradan oraya geziyor; yediğim içtiğim benim olsun demeden hem gördüklerini, hem yediğini içtiğini anlatıyor. Buraya kadar sabırla okuduysanız eğer, teşekkür ederim!