25 Mart 2013

Kedi Beşiği


Kedi Beşiği - Cat's Cradle
Kurt Vonnegut
Çeviren: Serkan Göktaş
April Yayıncılık
Şubat 2012 (1. basım)
255 sayfa

Okuduğum hiçbir Vonnegut kitabı diğerine benzemiyor. Şampiyonların Kahvaltısı, Gece Ana, Kedi Beşiği... Hepsi çok farklı şeylerden bahsediyor ama keyifle okunuyor. Kedi Beşiği'ni (aynen Gece Ana'da olduğu gibi) "Kurt Vonnegut yazdıysa okunur." diyerek aldım, kitapların arka kapağını okuma alışkanlığı edinemedim henüz!

Kedi Beşiği aslında bir apokalips romanı, dünyanın sonu hakkında tuhaf bir alternatif sunuyor. Kitaba adını veren kedi beşiği ise, muhtemelen adını bilmediğimiz ama çocukken hepimizin oynadığına emin olduğum bir oyun. İki ucu birbirine düğümlenmiş bir ip ile oluşturulan anlamsız şekillerden ibaret olan bu oyun; kitaptaki iddia doğruysa Eskimolar'a kadar herkes tarafından bilinirmiş ve çocuklar bu oyunda ne kedi, ne beşik göremediklerinden, delirirlermiş. Biz yeğenimle bir parça ip bulduk, denedik; hâlâ hatırlıyormuşuz oyunu. Kitabı okuduğum süre boyunca cebimde pembe bir ip parçasıyla gezmek de tuhaf oldu biraz... Bir de bu oyunun tek kişilik, şekilli bir versiyonu var ki, fotoğraflarla belgelemeden geçemedik. Tuhaf surat ifademin kusuruna bakmazsanız paylaşıyorum:


Kitabın baş karakteri, bir zamanlar Hristiyan olan (sonra Bokononcu olmuş) bir yazar, John. İlk atom bombasının Hiroşima'ya atıldığı gün ile ilgili bir roman yazmaya çalışan John, bu kitap için araştırma yaparken, atom bombasının mucitlerinden olan Dr. Felix Hoenniker'in ailesi ve iş arkadaşlarıyla tanışır; bu arada Dr. Hoenniker'in teorisi olduğu sanılan buz-dokuz molekülü ile karşılaşır. Derken, Hoenniker'in kayıp oğlu Frank'in peşinden San Lorenzo adasına doğru yola çıkar. Bu adada Bokonon ve Bokononculuk ile tanışır. Kurt Vonnegut'un kurgusu olan bu din epey hoşuma gitti. Bokonon dini ile ilgili en sevdiğim metinlerden biri şöyle:
Bir de aklıma önceki gece tümünü okuduğum Bokonon'un On Dördüncü Kitabı geldi. On Dördüncü Kitap'ın başlığı şöyledir: 'Son Bir Milyon Yılın Deneyimleri Göz Önüne Alındığında Düşünceli Bir İnsan İnsanlık İçin Ne Umut Besleyebilir?'
On Dördüncü Kitap'ı okumak pek uzun sürmez. Yalnızca bir kelime ve bir noktadan ibarettir.
Şöyle yazar:
'Hiç.'
San Lorenzo adasında doğan ve yayılan, bu arada adada karşılığı ölüm cezası olmak üzere yasaklanan bir din Bokononculuk, çok sayıdaki kitabı kalipsolar şeklinde yazılmış ve insanlığa bakışı epey ilgi çekici. Vonnegut dünyanın sonuna giden yolu bilim adamları, bir yazar ve tuhaf bir peygamber eşliğinde anlatmış. Modern dünyaya, dinlere, insanlığa dair okunması gereken bir kitap.

Bokonon'un kitaplarını okumak isterseniz, şurada hepsini buldum.

20 Mart 2013

Noel Şarkısı


Noel Şarkısı - A Christmas Carol
Charles Dickens
Çeviren: Nihal Yeğinobalı
Can Yayınları
Ocak 2012 (8. basım) 
136 sayfa

Can Çocuk serisinden çıkan bu kitabı "okumalıyım" listesine almıştım bir süre önce; geçenlerde Eskişehir'e gidip sevgili Aşiyan Sahaf'a uğradığımda tesadüfen gördüm, hemen aldım; sırada bekleyen birdolu kitabı biraz daha bekletip bu kitabı okudum. Noel Şarkısı'nı, Doctor Who'nun aynı adlı christmas special bölümü dolayısıyla çok merak ediyordum. Aynı adlı derken, A Christmas Carol'dan bahsediyorum ve Noel Şarkısı adının çok güzel bir çeviri olmadığını düşünüyorum nedensizce.

Kitabı merak etmeme neden olan Doctor Who bölümü, Dickens'ın bu hikayesini çok seven Steven Moffat tarafından yazılmış ve elbette kitaptan esinlenmiş. Kitabın baş karakteri Ebenezer Scrooge'un yerini Kazran Sardick almış ve benzer bir ana tema üzerine, en sevdiğim Doctor Who bölümlerinden biri yapılmış.

İşte o köşeler!
Kitap, -doğal olarak- biraz büyük puntolarla yazılmış; Can Yayınları'ndan beklemediğim imla (ya da dizgi) hataları var birkaç tane. İç kapaktan sonra "Bu kitabın sahibi: ..." sayfası, en sonda ise bir "Kitapla ilgili düşüncelerim: ..." alanı, bir de  "Okumaktan hiç vazgeçmemen dileğiyle..." diye minik bir not var. Özellikle o not pek hoşuma gitti. Bir de, kitabın her sayfasının köşesinde "Charles Dickens Noel Şarkısı" yazıyor ve ufak takıntıları olan bir zavallı olarak, o köşelere sürekli gözüm takıldı, kitap bitene kadar huzurumu kaçırdı sayfa köşeleri! Kutlay Sındırgı'nın illüstrasyonları ise çok güzel olmakla birlikte, kitabı -betimlemeleri- pek okumadan çizilmiş gibi geldi bana. Gelelim öyküye...

Borsa çevrelerinin saygın iş adamı Scrooge ve ortağı Marley'i anlatarak başlıyor kitap, öncelikle Marley'in öldüğünü, bu konuda hiç şüphe olmadığını söylüyor ki hiç aklımızdan çıkmasın. Soğuk ve sisli Londra'da, Noel'den bir gün önce başlıyor öykü; Scrooge'un ne yaman bir iş adamı olduğunu, ne kadar zengin olduğunu ama ne suratsız, eğlenmeyi bilmeyen, cimri, sevimsiz bir adam olduğunu anlatıyor.

İçimdeki isyankarın resmidir.
Bu sevimsiz ve suratsız adam, Noel'den önceki gün yanında çalışan yazmanına, yeğenine, muhtaçlar için yardım toplayan adamlara ve karşısına çıkan herkese surat asıp tersleniyor; sonunda ofisten çıkıp evine gittiğinde, ortağı Marley'i buluyor karşısında. Ne demiştik, Marley'in ölü olduğu hiç aklımızdan çıkmamalı! Her tarafından zincirler sarkan, acı çeken Marley; Scrooge'a "diğer taraf"ı anlatıyor, kendisine üç ayrı ruhun görüneceğini söylüyor ve ortadan kayboluyor.

Sonrası malum, ruhlar teker teker geliyor; birincisi Scrooge'a geçmişinden kesitler gösteriyor, kırdığı kalpleri, kaçırdığı mutluluk fırsatlarını gösteriyor uzun uzun. Geçmişinden pişman olsa da, gelecekte bunu değiştirebileceğini anlatıyor. İkinci ruh, Scrooge'u bugünde gezdiriyor, terslediği yeğeninin mutlu Noel kutlamasını, fakir yazmanın evindeki huzuru, tüm ülkeyi saran bayram neşesini gözüne soka soka sonunda bu neşeyi paylaşmasını sağlıyor. Scrooge'u ziyaret eden son ruh, diğerlerinden çok daha korkutucu, karanlık. Bu ruh geleceği gösteriyor, hayatını değiştirmezse neler olacağını acımasızca anlatıyor Scrooge'a ve geldiği gibi sessizce gidiyor.

Altmetni ortada, derdini açıkça anlatan (bir çocuk kitabı da öyle olmalı sanırım) sevimli bir kitap Noel Şarkısı. Yoğun işlerin arasında, ya da her zamanki kitaplarınızdan sıkıldığınızda, ya da yeni bir romana başlayamayacak kadar aklınız dağınık olduğunda okumayı düşünebilirsiniz. Her zaman kocaman, kalın romanlar okuyacak değiliz ya; arasıra çocuk kitaplarını da okumak lazım. Arkasından A Christmas Carol'ı da izleyin!

17 Mart 2013

Resimli Adam


Resimli Adam - The Illustrated Man
Ray Bradbury
Çeviren: İlker Sönmez
İthaki Yayınları
Ağustos 2012 (1. basım)
337 sayfa

Ray Bradbury'nin Resimli Adam'ı uzun zamandır okunacaklar yığınımda bekliyordu. Geçtiğimiz haftalarda bilim kurgudan çok uzaklaştığımı hissettim, Yamuk Bakan Öyküler'le başlamışken Bradbury ile devam etmek istedim ve bu kitabı daha fazla bekletmediğim için çok mutlu oldum.

En sevdiğim El Greco tablosu bu.
"The Opening of the Fifth Seal of the Apocalypse"
Resimli Adam'ı neredeyse bir buçuk yıl önce, Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana'da tanımıştım. Orada Jim ve Will'in hayatlarını cehenneme çeviren Resimli Adam, bu kitapta kalıcı bir işe girmeyi başaramamış, panayırlarda vücudunu sergileyerek para kazanan (ama işinden çabucak kovulan), mutsuz bir adam olarak karşıma çıktı. Resimli Adam, vücuduna bu lanetli süsleri işleyen kadının bir zaman yolcusu olduğunu ve böylece geleceği gösteren dövmeler (aslında "deri resimleri") yaptığını söylüyor. Bradbury, Resimli Adam'ın dövmelerini El Greco'nun eserlerine benzetmiş, bunu okumak çok hoşuma gitti çünkü El Greco çok sevdiğim ressamlardan biri.

Gündüz saatlerinde sıradan dövmelerden farklı gözükmeyen bu deri resimleri, hava karardığında hareketleniyor ve izleyenlere birer hikaye anlatıyorlar. Hatta, Resimli Adam birinin yanında yeterince uzun süre durursa, o kişinin nasıl öleceği canlanıyor vücudunda. Doğal olarak, Resimli Adam istenmeyen, korkulan bir insan ve bu lanetten kurtulamadığı için, kendisine dövmeleri yapan kadını arıyor yıllarca.

Kitap boyunca, Resimli Adam'ın vücudunda canlanan hikayeleri (yanlış saymadı isem 18 hikaye) okuyoruz; kimi çok kısa, kimi daha uzun ve hepsi birbirinden güzel hikayeler. Hikayelerin ikisi, konu ve içerikleri dolayısıyla, Yakma Zevki'nde de yer alan, daha önce okuduğum hikayelerdi. Diğerleri benim için yeniydi ve her birini çok severek okudum. Yapay zekanın getireceği olası sorunlar, ırkçılık, inanç sistemleri... Bilim kurgunun (ve sosyal-bilim kurgunun) değindiği neredeyse bütün konulara yer vermiş öyküler. İthaki'nin küçük boy kitaplarından olduğu için, çantada taşıyıp her boşlukta bir öykü okumaya çok uygun; ya da benim gibi doyamadan peş peşe birçok öykü de okuyabilirsiniz. Fakat bilim kurguya yeni başlayacaksanız (ya da başlamış ama bu kitabı atlamışsanız) mutlaka okunacaklar listesine almalısınız.

13 Mart 2013

Yamuk Bakan Öyküler


Yamuk Bakan Öyküler
Yayıma Hazırlayanlar: Volkan Çelebi, Murat Erşen
Çeviren: Fatoş Akkoyunlu
MonoKL Yayınları
Kasım 2011 (1. basım)
127 sayfa

Yamuk Bakan Öyküler, dört öykü içeren minik bir derleme; tuhaf da bir derleme aslında çünkü üç bilimkurgu öyküsünün ardından Sir A. C. Doyle'un Sherlock Holmes öykülerinden biri geliyor. MonoKL niye böyle bir seçki yapmış, öyküleri neye göre seçmiş hiç bilmiyorum. Bu kitabı ilk kez gördüğümde hevesle elime aldım; sonra satın almamaya karar verdim; çünkü içindeki dört öyküden üçünü içeren kitaplar zaten kitaplığımda var. Fakat geçen haftasonu -uzun bir aradan sonra- Aşiyan Sahaf'a uğrayıp Faruk Bey'le sohbet ederken tekrar görünce, okumadığım tek öykü için bu kitabı almaya karar verdim. Bilimkurgu kitaplarını okuma/satın alma hevesim çığırından çıkmak üzere, farkındayım. Neyse...

Kitaptaki ilk öykü Robert Sheckley'e ait, daha önce okumadığım bir yazar ve bana bu kitabı aldıran da Sheckley'nin Dünyalar Deposu (Store of the Worlds) adlı öyküsü oldu. "Dünyalar Deposu" kereste parçalarından, araba aksamlarından, bir parça çinko kaplı demirden ve hepsi soluk mavi bir boyayla beceriksizce boyanmış birkaç sıra ufalanan tuğladan yapılmış küçük, derme çatma bir kulübe. Bu kulübeye doğru yürüyen Bay Wayne ile başlıyor öykü, kulübenin sahibi olan yaşlı Tompkins'le konuşuyorlar: "bedeninden kurtulan aklın, varlığının her anında yeryüzünün şekil verdiği sayısız olasılıktaki dünyalardan birini seçebilecek." Açıklanmayan bir metodla, geçici olarak alternatif bir gerçekliğe geçmek mümkün öyküde. Kitabı sadece bu öykü için almıştım ya, iyi ki almışım!

İkinci öykünün adı Şakacı (Jokester) daha önce okuduğum (ama hangi kitapta olduğunu hatırlamadığım) bir Isaac Asimov öyküsü. Noel Meyerhof (bilgisayarlara nasıl soru sorulacağını içgüdüsel olarak bilen bir Büyük Üstat) çalışma odalarından birinde Multivac'la, yani şimdiye kadar kurulmuş en karmaşık bilgisayarla konuşuyor; şakalar ve fıkralar anlatıyor. Bunu Büyük Üstat'ın zihinsel dengesizliğine yoran bir analist ve bir politikacı, Meyerhof'un kalbini kırmadan sorunu anlamaya ve çözmeye çalışıyorlar. Her zamanki gibi çok severek okuduğum bir Asimov öyküsü.

Tanrı'nın Dokuz Milyar İsmi (The Nine Billions Names of God) yıllar önce Sarmal'ın yayımladığı bir Arthur C. Clarke kitabına adını veren (Tanrının Dokuz Milyar Adı) öykü. Bir Tibet manastırındaki rahiplerin, üç yüz yıldır sürdürdükleri işi hızlandırmak için Mark V modeli bir bilgisayar sipariş etmeleri ile başlıyor. Tanrı'nın sahip olduğu dokuz milyar isim olduğuna inanıyorlar ve bu isimlerin tamamını listelemek için nesillerce çalışmışlar. Bir bilgisayarın yardımı olmadan bu işi tamamlamalarının on beş bin yıl alacağını tahmin eden rahipler, işi hızlandırmak için bir bilgisayar ediniyorlar; bilgisayar ile birlikte manastıra iki teknisyen de geliyor. Arthur C. Clarke'ın mistik ve güzel öykülerinden biri. (Bu arada, edinebilirseniz Tanrının Dokuz Milyar Adı, okunması gereken bilimkurgu kitaplarından!)

Son öykü ise, gayet alakasız biçimde bir Arthur Conan Doyle öyküsü; Kızıl Saçlılar Derneği (The Red-Headed League). Bu öykü de, Martı Yayınları tarafından Kızıl Saçlılar Kulübü adıyla yayımlanmıştı, ve evet, kitaplığımda var. Başına gelen bazı şeylere anlam veremeyen Bay Wilson'ın hikayesindeki gizemi çözüyor Sherlock Holmes.

Yamuk Bakan Öyküler, içindeki öyküleri okumadıysanız almanızı önereceğim kitaplardan. Robert Sheckley'nin başka öyküsünü okumadığım için emin değilim; ama diğer öykülere bakarak diyebilirim ki, her yazarın en iyi öykülerinden seçilmiş ve güzel bir derleme olmuş. Tek eksiği, bu öykülerin neden seçildiğini, neden böyle bir derleme yapıldığını anlatan bir önsöz.

11 Mart 2013

Kitap yerleştirme sanatı 3

Birkaç hafta kadar önce, annem "Odana büyük kitaplık yapacağız babanla." diye bir müjde vermişti bana, söz konusu kitaplığı -babamın ustalığı, annemin çıraklığı ile- tamamlamışlar. Böylece (iki küçük ve bir büyük kitaplık yerine) iki büyük kitaplığım oldu. Eve neredeyse ayda bir gidebildiğim için "Gel o kitapları düzenle!" diye bir ültimatom aldım. Tam aksine, "Kitaplarını yerleştirdik biz" deselerdi, ilk gittiğimde hiçbir kitabı bulamıyorum diye kıyameti koparabilirdim. Dolayısıyla cumartesi günü işten çıktığım gibi trene atladım, Eskişehir'e gittim. Odada kontrolsüz bir kargaşa vardı, işe nereden başlayacağımı şaşırdım. Sonra deriiin bir nefes alıp, Asimov kitaplarımla başladım işe. Yeni kitaplığımın ilk rafını Asimov'a ayırdım; hâlâ birkaç kitap daha alacak kadar yer var bu rafta; eve götürmediğim -henüz okumadığım- 2-3 Asimov daha var eklenecek, hedef tüm kitaplarını toplamak tabii.


Bundan sonra diğer bilimkurgu kitaplarına geçtim, toplamda 4,5 rafı kapladılar; okuduğum kitapların miktarını böyle somut olarak görünce çok keyifleniyorum. Bilimkurguları düzenlerken sorun şu oldu: kitapları hem yazara göre, hem yayınevine göre sıralamak istiyorum. Yayınevi sıralaması kitapların daha düzgün gözükmesini sağlıyor, ama yazara göre sıraladığımda aradığımı daha hızlı buluyorum. Aynı yazarın farklı yayınevlerinden çıkan kitaplarına bakıp bakıp ne yapacağımı şaşırdım. Sonunda bir çözüm bulamadım, bir öyle bir böyle yaptım. Olduğu kadar... Bu arada serileri de bir araya koymaya çalıştım, ama sığmadılar tabii ki. Ben de elimde kalan boşluğa Harry Potterları ekledim, bilimkurgularla yan yana yaşıyorlar artık. Görüntü fena değil:

(burada iki ayrı fotoğraf var, en alttaki raf aslında diğerlerinin sağında, en üstte)

Bilimkurguları düzenleyince işin büyük kısmı bitti; diğer kitapları zaten çok karıştırmadan taşımış sevgili annem,  olabildiğince hızla tamamladım kitaplığın geri kalanını. Tabii ki yine renk skalası yapılmış Agatha Christie kitaplarını atlamadım. Hayır, deli değilim. Takıntılı? Belki, biraz. Diğer polisiye kitapları da (Sherlock Holmes kitapları başta olmak üzere) bu rafa sığdırmayı başardım. 

Kitaplığımın daimi konukları Andy ve Salvador'u daha önce tanıtmıştım, bu sefer R2D2'yu kitaplığıma taşıdım, bilimkurgu bölümünün başına diktim. Daha iyi bir gardiyan bulacak değilim ya?!

10 Mart 2013

Üveyanneye Övgü




Üveyanneye Övgü - Elogio de la Madrastra
Mario Vargas Llosa
Çeviren: Celâl Üster
Can Yayınları
1992
128 sayfa

Mart ayının yazarı Mario Vargas Llosa olarak belirlenmişti, ben de Çağlar Kitabevi'ne uğrayıp, bulduğum iki kitabını da aldım. Biri, Yeşil Ev, bol ödüllü bir roman; fakat gözüm korktu, henüz okumadım. Diğer kitabıysa Üveyanneye Övgü, 128 sayfalık kısa bir roman.

Arka kapakta yazılı olduğu üzere, "gerçeklik ile fanteziler arasında gidip gelen bir erotizm klasiği" Üveyanneye Övgü. Çok uzun süredir belli türlerde kitaplar okuduğum için olabilir, ya da bu türe çok uzak kaldığım için, "neden" sorusuna cevap veremedim bu kitabı okurken. Kitabın altmetnini okuyamadım. Yazarın anlatımını sevdim aslında, Yeşil Ev'i daha çok beğenecegimi düşünüyorum. Fakat Üveyanneye Övgü'deki pedofili ögeleri, erotizmin genelgeçer kabulü dışındaki içerik bana sürekli bir rahatsızlık hissi yaşattı.

Kitapta rönesanstan postmoderne varan çeşitli akımlardan seçilmiş resimler var; ve bu tablolar için yazılmış kısacık bölümler. İste bu bölümleri, resim betimlemelerini çok sevdim. Yazarın anlatımını, betimlemelerini beğenmişken, kitabın kötü olduğunu söylemeye yüzüm yok fakat pek bana göre bir kitap değilmiş. Bakalım Yeşil Ev'i beğenecek miyim?

Ek: Bu ay Mario Vargas Llosa okuyan diğer bloggerlar ve değerlendirmeleri için Pınar'ın yazısını takip edebilirsiniz.

8 Mart 2013

Hercule'ün On İki Görevi


Hercule'ün On İki Görevi - The Labours of Hercules
Agatha Christie
Çeviren: Çiğdem Öztekin
Altın Kitaplar Yayınevi
Ekim 2011 (3. basım)
336 sayfa

Ortalama bir Agatha Christie kitabını burada anlatmak pek anlamlı gelmiyor bana. Ne desem spoiler olacak ve söyleyecek pek bir şey bulamayacağım. Agatha Christie belirsiz ipuçları ile kafamızı karıştıracak; sonunda da elbette bütün gizem açığa çıkacak. O yüzden, arasıra Agatha Christie okuduğumda yazmadan geçiyorum. Fakat bu kitabı okumayı uzun zamandır istiyordum ve anlatmam gerektiğini düşünüyorum. En sevdiğim kurgu karakterlerden olan Hercule Poirot'nun mitolojiyle buluşmasını nasıl görmezden gelebilirim ki?

Hercule'ün On İki Görevi, Hercule Poirot'nun adını aldığı Herakles'e ve Yunan mitolojisine selamı. Herakles'i (Herkül'ü) anlatan kısa bir yazıyla başlıyor kitap, ardından önsöz ve on iki öykü geliyor.

Mitolojide, Herkül'ün üstlendiği görevler üvey annesi Hera'nın başının altından çıkar, Miken Kralı'nın hizmetindeyken görevlerini tamamlar. Bolca mitolojik yaratığı bize tanıtan görevler şunlar:
  • Nemea Aslanı'nı öldürüp derisini yüzmek
  • Hydra Ejderi'ni öldürmek
  • Arkadia Geyiği'ni yakalamak
  • Erymanthian Dağı'ndaki yabandomuzunu yakalamak
  • Augias'ın ahırlarını bir günde temizlemek
  • Stymphalia'da yaşayan kuşları kovmak
  • Girit Boğası'nı Atina'ya götürmek
  • Diomedes'in insan yiyen kısraklarını yakalamak
  • Hippolyta'nın kemerini almak
  • Geryoneus'un sığırlarını çalmak
  • Hesperidlerin altın elmalarını almak
  • Kerberos'u yeryüzüne çıkarmak
Hercule Poirot'yu mitolojiye yönlendirmek için bir önsöz yazmış Christie, Doktor Burton ile Poirot oturup sohbet ediyorlar, Poirot'nun adını nereden aldığını sorgulayan Doktor konuyu mitolojiye getiriyor ve sonuçta Hercule Poirot'nun mitolojiden pek anlamadığı ortaya çıkıyor. Konuya ilgisi uyanan Poirot (sekreteri Bayan Lemon'un da yardımıyla) Herkül hakkında bulduğu her şeyi okuyor, "on iki görev" hikayesi ilgisini çekiyor ve emekli olmadan önce yalnızca bu görevlerle ilişkilendirebileceği son on iki sorunu çözmeye karar veriyor.

Önsözün kurgusunu, kitabın temeli olsa da çok sevmedim. Öncelikle, kendini beğenmiş Poirot'nun adını aldığı karakteri araştırmamış olması mümkün değil. Ayrıca (ismini hatırlamadığım bir Christie kitabında) Hercule Poirot kendine hayalî bir ikiz kardeş yaratıyor ve adının Achilles olduğunu söylüyordu. Yani, Poirot'nun mitoloji hakkında hiçbir şey bilmediğini iddia eden bu önsöz çok gerçek gözükmedi bana.

Her öyküden önce, Herkül'ün görevinin ne olduğu kısaca anlatılmış. On iki kısa öyküde, Herkül'ün görevleri ile sembolik olarak örtüşen olayları çözüyor Poirot. Romanların aksine daha küçük sorunlar, çok daha hızlı çözülüyor. Yunan mitolojisi okuduysanız ve Agatha Christie seviyorsanız okumanız gereken bir kitap bence. =)

Kitabı okurken bayıldığım iki minik alıntı eklemek istiyorum son olarak. Birincisi, Hercule Poirot'nun kişiliğini çok güzel özetliyor; ikinci alıntıyı ise kulağıma küpe etmek istiyorum!
"Bu gidişle siz de kendi dininizi kuracaksınız. Bu dinin temeli de muhtemelen şöyle olacaktır: Hiç kimse Hercule Poirot'dan daha akıllı olamaz! Amin!"

"Yaşamda altın bir kural vardır, George, o da şudur: Hiçbir zaman başkalarının senin için yapabilecekleri bir şeyi yapma!"

4 Mart 2013

Tanrı Acıkınca


Tanrı Acıkınca
Altay Öktem
Marjinal Kitap
Ocak 2013 (2. basım)
134 sayfa

 Sırtında oksijen taşıyan
cefakar kan-adamlar
Benim çocukluğumda (yani 80'lerin sonu, 90'ların başında) TRT'nin yayımladığı bir çizgi film vardı, adını bir türlü hatırlayamasam da, vücudun içinde geçen bu filmle ilgili en net hatırladığım şey, sırtlarındaki keselerde oksijen kürecikleri taşıyan sevimli kan-adamların damarlar içinde hoplaya zıplaya yürümeleri. Çok ilginç ve güzel geliyordu o zamanlar bu çizgi seri, sanırım yine aynı keyifle izlerim bulursam. Yüce Google sağ olsun, çizgi filmin adı Il était une fois... la vie imiş ve Türkiye'de Vücudumuzu Tanıyalım adıyla yayımlanmış. Elbette nedensiz yere aklıma gelmedi bu çizgi film. Altay Öktem'in Tanrı Acıkınca'sını okurken kaçınılmaz biçimde aklımda canlandı. Bedenimin içinde apayrı bir dünya olduğunu, birbiriyle konuşan minik yaratıkların gerçekliğini hayal ettiğim çocukluğum geldi aklıma. Bir de, peluş köpeğimin içinde bir balo salonu olduğunu düşünüyordum ama, konumuzla alakalı değil bu durum.

Bir otopsi raporu, masasındaki rapora bakan Necmi ve gazeteci Ayşegül'le başlıyor Tanrı Acıkınca; sonra Serap'ı tanıyoruz, otopsi raporundan daha fazlasını öğreniyoruz yavaş yavaş. Mikroorganizmalar üzerine çalışan Necmi, sonuç elde edene kadar gizli tuttuğu bir araştırma yapıyor, bu sırada Serap'la tanışıyor ve sevgilisi Ayşegül'ü terk ediyor; Serap ise "şiddet morfolojisi" konusunu araştırıyor, toplumdan bireye, bireyden mikroorganizmaya inmeye çalışıyor. Bu arada elbette, üçünün hayatı kesişiyor.

Bu üç karakterin hikayesine paralel olarak, Giardia'nın, Shigella'nın, Necator'un İleum'da başlayıp Rie'de, Hepaticus'ta devam eden maceralarını okuyoruz. (Buralarda, bir tıp sözlüğünün, hiç olmazsa Ekşi Sözlük'ün desteği fena olmayabilir.) Bir mikrokosmosta inanç, sosyoloji, macera... bizim dünyamızda olan her şeyi buluyoruz. Yazarın kurgusuna özellikle bu bölümlerde hayran kaldım, iki bakterinin çiftleşmesi ancak bu kadar şiirsel ve erotik olabilir sanırım.

Mikrokosmostan makrokosmosa uzanan bir düşünce akışının içinde kalıyoruz kitabı okurken, Tanrı sonunda doyuyor.

1 Mart 2013

Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak


Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak
Altay Öktem
Everest Yayınları
Mart 2010 (3. basım) 
224 sayfa

Adıyla korkutan bu romanı, çok sevdiğim bir arkadaşımdan ödünç alıp okumuştum, sanırım 2008 ya da 2009'da. Okuduktan (ve kitabı sahibine iade ettikten) sonra aramış; baskısı tükendiğinden olsa gerek, bulamamıştım. 2005 ve 2006'da yapılan ilk iki basımdan sonra 2010'da üçüncü basımı yapılmış kitabın, hiç aklımda yokken İdefix'ten gelen günlük reklam e-maillerinden birinde gördüm; tuhaf ama, sevgililer günü temalı e-mailde! Elbette hemen alışveriş listeme attım, yanına yine Altay Öktem'in kitaplarından "Tanrı Acıkınca"yı da ekledim ve siparişi verdim. Şu anda Tanrı Acıkınca'yı okuyorum, ama önceliğim -tekrar okumak istediklerim listemin tepelerinde bulunan- Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak oldu.

Kitap rastlantılar etrafında dönüyor, sevgilisinin öldüğü trafik kazasının ardından kendini eve kapatan yazar/editör Yeşim Miraç'la başlıyor anlatı; ardından biraz geçmişe gidip sevgilisi Ziya'nın ölümünü, Yeşim'in girişimiyle ortaya çıkan öykü derlemesinin doğuşunu okuyoruz. Yeşim Miraç, çalıştığı yayınevinin editörüne bir fikir sunuyor: Yazarlardan, kendi ölümlerini kurgulayacakları birer öykü isteyelim, bu öyküleri "Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak" adı ile yayımlayalım. Editör, Yeşim Miraç'ın da bir öykü yazması koşulu ile kabul ediyor bu seçkiyi yayınlamayı. Sonrasında hem farklı yazarların elinden çıkan öyküleri, hem de öykülerle hayatın kesişmesini okuyoruz.

Altay Öktem, farklı yazarların adı ile sunduğu her öyküsünü farklı tarzlarda yazmış; bu öyküleri gerçek hayat kurgusu ile öyle güzel birleştirmiş ki, okurken sürekli bir gerilim sunuyor okuruna. Necronomicon'dan bahsediyor, sadece ölümün değil, hayatın karanlığını da anlatıyor.
"Ve ölüler değildir her daim karışan karanlığa."
Sonunda, bu kitaptan kimse sağ çıkmıyor.

Bir zamanlar Penguen'deki yazılarından takip ettiğim Altay Öktem'in şimdilik bir kitabını okudum, ikincisini okuyorum. Böyle devam ederse/m kitaplığımda bir Altay Öktem bölümü yapmam gerekecek.