3 Ocak 2011

Kent


Kent - City
Clifford D. Simak
Çeviren: Kemal Baran Özbek
İthaki Yayınları
2003 (1. basım)
390 sayfa


1904 doğumlu Clifford D. Simak, bilimkurgu içinde felsefe yazan bir yazar. Işın kılıçlarından, ışınlanmadan, süper ileri teknolojiden uzak; insanı anlatan yazılar yazıyor. En sevdiğim bilimkurgu türü! Bahsedeceğim romanı Kent ise, 1953 yılında Uluslararası Fantazya Ödülü kazanmış. Gelelim romana...

Kitapların önsözünü okuma alışkanlığınız yoksa ve Kent'in "Yayına hazırlayanın önsözü" başlıklı bölümünü atlarsanız, -biraz abartıyorum ama- kitabı okumaya yarısından başlamış sayılabilirsiniz. Çünkü bu kısım Simak'ın kaleminden çıkmış ve kitabın "ne olduğunu" anlatıyor.
"Ateşler gürleyip rüzgar kuzeyden estiğinde
Köpekler'in anlattığı öykülerdir bunlar."
Dünya'da insanların çağı çoktan geçmiş; medeniyetin yeni sahibi olan Köpekler, insanlarla ilgili mitolojik öyküler anlatmaya başlamışlar. Aradan o kadar uzun zaman geçmiş ki Tepegözlerden, Kentaurlardan farkı kalmamış İnsan'ın. İnsan masallarını inceleyen Köpekler, anlatılan sosyal, ekonomik ve kültürel yapının; özellikle kentlerin "hayatta kalması imkansız" yapılar olduğuna; dolayısıyla İnsan'la ilgili öykülerin tamamen kurmaca olduğuna karar vermişler.

Önsözde anlatılan bu inceleme sürecinden sonra Köpeklerin derlediği sekiz tane İnsan öyküsü okuyoruz. Kitabı okumam o kadar uzun sürdü ki, okurken bir yandan da kitap hakkında yazmaya başladım. Öyküler birbirinden bağımsız olduğu için de, her öyküyü ayrı ayrı inceledim.

1. Öykü: Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte kent yaşamının gereksizleşmesini, insanların geniş arazili çiftliklere dağılmalarını ve kentlerin yok olmasını kabullenemeyen "kent konseyi"ni okuyoruz bu öyküde; bir de, yeni hayat tarzına direnen ihtiyarları.
"Kent bir anakronizmdir. Kullanılabilirlik özelliğini tüketti. ... Modern çağlara dek varlığını sürdürdü, çünkü insanlar işlerine yakın olmaya mecburdu ve işleri de kentteydi."
Öykü, absürt bir biçimde, bir çim biçme makinesi ile başlıyor ve bir çim biçme makinesi ile bitiyor. Kentlerinin dağılmasını kabullenemeyen konseyle, arazilerinin işgal edilmesini kabullenemeyen Gramp Stevens'ın mücadelesini okuyoruz.

2. Öykü: Kitabın ikinci öyküsü beni epeyce korkutuyor. Abartılmış biçimiyle de olsa, bazen kendimi içinde bulduğum ruh halini anlatıyor çünkü. Gramp Stevens'ın ve Webster ailesinin mezarlığında başlıyor öykü. 1999 yılında ölen Gramp'in, büyük büyük ... torunu Jerome Webster'la tanışıyoruz bu sefer, 2117 yılında. Gençliğinde yıllarca Mars'ta yaşayıp araştırmalar yapan bir tıp doktoru, Jerome. Dünya'ya, eski aile çiftliğine dönmüş ve inzivaya çekilmiş. Bu öyküde, Simak'ın -Asimov gibi- kullandığımız "internet" denen teknolojiyi çok başarılı biçimde tahmin ettiğini görüyoruz. (kitabın 1950'lerin başında yazıldığına dikkatinizi çekerim.)
"Her şey buradaydı. Tek bir numara çevirerek istediğin kişiyle yüz yüze konuşabilir, fiziksel olmasa da ruhen istediğin yere gidebilirdin. Tiyatro izleyebilir veya konser dinleyebilir veya dünyanın öbür yanındaki bir kütüphaneyi araştırabilirdin. İstediğin her işi koltuğundan kalkmadan görebilirdin."
Yıllar süren Mars macerasına rağmen, agorafobik bir adam Jerome. Diğer insanlardan uzak durmaya; evinin, sahip olduğu teknolojinin rahatlığına ve güvenine alışmış, zorunlu olarak kalabalığa karıştığında çok huzursuz olan bir adam. Yakın arkadaşı olan Marslı filozof Juwain'in tedavisi için Mars'a çağrılıyor, ve Jerome'un kendisiyle mücadelesini okuyoruz.

Simak'ın birinci öyküde kurduğu yeni toplumun pek mükemmel olmadığını, henüz tamamlanmayan bu değişim sürecinin sonuçlarının tahmin edilemez olduğunu fark ediyoruz.

3. Öykü: Bu öykü hakkında çok fazla yazmayacağım, çünkü sürprizleri bozup okuma keyfinizi kaçırabilir. Kısaca, bu öyküde her yüzyılda var olan, bazılarını -Einstein, Jules Verne gibi- tanıdığımız, çoğunu ise kalabalığın içinde kaybettiğimiz dahilerden; evrim basamaklarını bizden daha hızlı tırmanan insanlardan bahsediliyor. Bir de, köpeklerin nasıl olup da bir medeniyet kuracak seviyeye geldiklerinin ipucunu veriyor.

4. Öykü: Bu öyküde, ilk kez gerçekten uzaya çıkıyoruz, yeni karakterlerle birlikte. Diğer gezegenlerin yabancılığını hissediyoruz. Jüpiter'deyiz ve epeyce gergin bir ortamda buluyoruz kendimizi. İnsan algısının, insan zekasının zannettiğimiz kadar gelişmiş olmadığını öğreniyoruz.

5. Öykü: İlk öyküden tanıdığımız Websterlar yine karşımıza çıkıyor burada, neredeyse bin yıllık bir hanedan... Dünya komitesi başkanı Taylor Webster ile, Jüpiter'den dönen Fowler karşı karşıya geliyor.

Tuhaf bir biçimde, Webster ailesi hep "üst düzey" bir konumda çıkıyor karşımıza. Bizim dünyamızın politikacı aileleri gibi, sahip oldukları koltuğu hiç bırakmıyorlar. Son Webster da, tüm politikacılar gibi, kendisinin onaylamadığı bir şeyin aslında insanlık için faydalı olabileceğini kabul etmiyor.

6. Öykü: Nihayet köpekler öyküde daha çok yer kaplamaya başlıyor ve Dünya'da çok az insan kaldığını öğreniyoruz. Diğer gezegenlere yerleşen insanlardan sonra dünyada sadece beş bin kişi kalmış. Aileleri, işleri, amaçları olmayan beş bin kişi. Bu insanlardan biri, yine bir Webster. Ne kadar ilginç! İlk öyküden tanıdığımız robot Jenkins, köpeklere "baba"lık yapan bir karakter olarak tekrar karşımıza çıkıyor. İki bin yıllık bilgi birikimi ile neredeyse insana dönüşmüş artık...

Jon Webster ve Jenkins buluşuyorlar. Webster, geride kalan insanların neye dönüştüğünü düşünüyor, Jenkins'in yaşamaya devam ettiği çok eski malikaneyi ziyaret ettiği sırada. Şikayet ettiği insan egoizminin başarılı bir örneğini sergileyerek insanların geleceğini yönlendirecek bir karar alıyor.

7. Öykü: Bir anda beş bin yıl atlıyoruz ve 7000 yaşındaki -hala işler halde- Jenkins'i görüyoruz bu sefer. Dünyaya köpekler hakim, diğer hayvanlar da vahşi yaşamdan uzaklaşmışlar. Ve geride kalan bir avuç insana artık websterlar deniyor, Webster değil. Aynı selpak gibi...

Bir robotun yedi bininci doğum gününü kutlayıp geçmiş hakkında düşünmemek mümkün mü? (Ben 7000 yaşımdan çok uzaktayım ama her doğum günümde geçmişi düşünmeden edemiyorum.) Joshua adında bir köpek geçmiş hakkında felsefik düşüncelere dalıyor. Geçmişteki her anın geri dönülemez dünyalar olduğunu söylüyor. (Evet, bir köpek söylüyor.)
"Kitaplarda, ne savaş ve silahlardan iz kalmıştı ne de nefret ve tarihten, çünkü tarih nefretin ta kendisiydi..."
İnsanın ne kadar şiddet dolu olduğunu anlatıyor Simak.

8. Öykü: İnsanların tamamen tükendiği, diğer hayvanlarınsa köpekler önderliğinde ilerlediği bir dünyada bitiyor kitap. Yerküre'ye geri dönen robot Jenkins yine bir Webster'dan yardım istiyor.

• Özellikle sekizinci öykü hakkında pek fazla şey yazmadım. Kitap hakkında bilgi verirken spoiler yapmamak için... Hiçbir sürprizi bozmamaya çalıştım, umarım başarmışımdır!

Kent, benim çok sevdiğim bir roman. Simak insanı simgeleştirmiş ve kurduğumuz medeniyete uzaktan bakmamızı sağlamış. Sonuçta, her bilimkurgu okurunun edinmesi gereken bir kitap çıkmış ortaya!

2 yorum:

  1. kitap ilgimi çekti, özelikle öykü öykü olması ve felsefe kitabı olmadı (dune stili en sevdiğim) bana okutacaktır kendini :) güzel yazı teşekkrüler :)

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel bir kitap. felsefesi ruhunuza işliyor. biran için orada köpeklerin yanında öyküyü dinlerken kendinizi hissediyorsunuz. Ne kadar yalnız olduğumuzu, bi gün herşeyin bitip, başka şeylerin yaşanacağını, kitabın derinliklerinde yaşıyorsunuz.

    YanıtlaSil